Feza Bey, 7 Nisan 1921 günü Anadoluhisarı Otağtepe'de annesi Prof. Dr. Remziye Hisar'ın ailesine ait büyük evde doğdu. Babası Dr. Reşit Süreyya Gürsey tıp doktoru ve öğretmen olmasının yanısıra bilime ve sanata büyük ilgisi olan bir aydındı. Bu nedenle pek çok bilim merkezini dolaşan, hatta bir ara Viyana'da Schrödinger'in öğrencisi olan Doktor Reşit Bey 1962 yılında ABD'de vefat etti. Darülfünun'un fen okuyan ilk kız talebelerinden olan Remziye Hanım, Avrupa'da kadınların pek azının kariyer yapabildiği bir dönemde, 1920'lerde, Sorbonne'da Devlet Kimya Doktorası yapmayı başarmış bir bilim aşığıydı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden emekli oluncaya kadar bilimsel araştırmalarını sürdürdü, 1991 yılında TÜBİTAK Hizmet Ödülü'nü aldı ve 1992 yılında, oğlunun vefatından kısa bir süre sonra, hayata gözlerini yumdu. Remziye hanım, Doktor Reşit Bey'le öğretmenlik yapmak için gittiği Bakü'de tanışmış, orada 1920 yılında evlenmişler ve aynı yıl birlikte İstanbul'a dönmüşlerdi. Kurtuluş Savaşı sırasında Doktor Reşit Bey Ankara'ya, Remziye Hanım ise öğretmenlik yapmaya Adana'ya gittiği için, Feza Bey Hisar'daki evde anneannesi ve teyzeleri tarafından özenli, sevgi dolu bir ortamda büyütülmüştü.
Genç Feza Gürsey. |
Kurtuluş Savaşı sonunda, 1923 yılında, Doktor Reşit Bey Röntgen ışınları konusunda araştırma yapmak üzere izin aldı ve Paris'e gitmeye karar verdi. Remziye Hanım da tahsilini devam ettirebileceği düşüncesi ile Adana'dan Paris'e geldi. 1924 yılında, Paris'te, bu olağanüstü çiftin kızları Deha doğdu. Deha'nın doğumundan sonra Remziye Hanım Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile Sorbonne Üniversitesi'nde kimya doktorası için çalışmalara başladı, İstanbul'dan Feza Bey ile gelen teyze de iki kardeşin bakımını üstlendi. Feza Bey ilkokula Paris'te Jeanne d'Arc okulunda başladı ve daha orada öğretmenlerinin hayranlığını kazandı. Remziye Hanım doktora çalışmalarının yarısında geri çağrılıp yeniden bursunu uzatabilmek için Türkiye'ye döndüğü zaman Feza Bey'i Galatasaray Lisesi'nin ilkokul 3. sınıfına yatılı olarak yazdırdı ve yanına sadece Deha'yı alarak Paris'e döndü. Deha Owen Gürsey İstanbul Üniversitesi, Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra ABD'nin önemli tıp okullarından Johns Hopkins'de psikiyatri profesörü oldu ve halen Baltimore'da çalışmasını sürdürüyor.
Feza Bey Galatasaray Lisesi Fen Bölümü'nü 1940 yılında, yerli yabancı tüm hocalarını etkileyen bir efsanevi öğrenci olarak birincilikle bitirdi. Feza Bey lisedeyken fizik öğrenmeye karar vermişti, bu nedenle İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi’ne girdi. Oradaki eğitim biraz hafif gelince, kendi deyişi ile, “Asaf Halet Çelebi ile küllük kahvesinde tasavvuf, aşk, şiir ve sanattan dem vurmaya” koyuldu. Ancak, “Herşeye rağmen fizik öğrenmeliyim,” diyerek “derviş cübbesi yerine araştırıcı cübbesini” giymeye karar verdi ve 1944 yılında İÜ, FF, Fizik - Matematik Bölümü'nden lisansını aldı. Mezuniyetten sonra İTÜ'de asistan olarak çalışırken açılan Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazandı ve İngiltere'de Imperial College'de Prof. Dr. H. Jones danışmanlığında doktora çalışmalarına başladı. Londra'nın bohem ve entellektüel yaşantısına katılırken araştırmalarını da sürdürüyordu.
Feza Bey 1947 yılında annesine yazdığı bir mektupta çalışmalarını şöyle anlatıyor: “Sevgili anneciğim, zannettiğin gibi davetlerde filan değilim. Gece gündüz çalışıyorum. Hocam Prof. Jones ile görüşerek bundan sonra kendi mevzuumda çalışacağımı söyledim. 'Pek iyi ama bu benim ihtisasım dışında olduğu için yalnız çalışmak mecburiyetinde kalacaksın,' dedi. Ben de olanca kuvvetimle iki senedir üzerinde çalışmak istediğim meselelere takıldım. Umumi saha nazariyesi ve elektromagnetik, meson ve elektron sahaları arasındaki münasebetler. Yani sırf spekülasyon. Bu mevzu üzerinde harıl harıl çalışanlar Dirac, Born, Schrödinger, Pauli, Heitler ve ekolleri. Tabii tehlikeli bir vadi. Bir sene mühimce bir metod bulamazsam kendimi pratik meselelere vereceğim, iki haftadır hocam 'Nasıl ilerliyor mu?' diye sordukça kulaklarıma kadar kızarıyor ve cevap veremiyorum. O da tebessüm ediyor. Bu yolda hiçbir şey yapamayacağıma kani. Pauli, Fermi, Dirac yerinde saydıktan sonra ... diye düşünüyor ve delice cüretime gülüyor. Bugünlerde bu esas muadeleleri (denklemleri) kuaterniyon formalizmine sokmaya çalışıyorum. Hocam tensör ve spinör hesapları dururken kuaterniyonların lüzumsuz ve ukalaca olduğuna emin. Hakikaten yaptıklarım şimdilik şekli olmaktan ileri gidemiyor ama hiç olmazsa Cambridge Philosophical Society'nin mecmuasına kabul ettirebilirsem hocama büsbütün vaktimi ziyan etmediğimi gösterir diye ümit ediyorum ... Fakat bu defa karar verdim, hocamın istihzasına (alaycı ifadesine) ve Fatin Hoca'nın tazyikine (baskısına) rağmen bir şekil almasını beklemeden elimdekileri Cambridge Philosophical Proceedings'e göndereceğim. Canım anneciğim, sen ne dersin? Bu ambition'dan vazgeçip te memlekete daha faydalı bir yol mu tutayım? Galatasaray'da Necati isminde bir çocuk benim için 'daima çok yükseğe nişan aldığı için göreceksiniz bir raté olacak' demişti. Fakat raté (başarısız) olduğumu kabul edinceye kadar önümde öyle harikulade bir serap var ki ..."
Feza Bey'in ilk yayınlanan çalışması, Tek Boyutlu Bir İstatiksel Mekanik Sistem başlıklı makalesine yıllar sonra Almanya'da yayınlanan bir ansiklopedide önemli bir çalışma olarak gayet etraflı yer verildi. Haziran 1950'de Kuaterniyonların Alan Denklemlerine Uygulanması adlı tezi ile Imperial College, Matematik Bölümü'nden doktorasını aldı. İki Bileşenli Dalga Denklemleri Üzerine adlı makalesi Physical Review dergisinde yayınlandı.
1950 – 51 yılını Cambridge Universitesi'nde, genel relativite, konform grup ve kuaterniyonlarla ilgili araştırmalarına devam ederek geçirdi. Bu dönemde tanıştığı Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde matematik profesörü olan F. Dyson Feza Bey için şöyle demişti: “Normal bilim adamlarının ancak yıllar sonra önemini kavrayabileceği konularda temel katkılar yapabilen zamanının çok ilerisinde olabilen ender insanlardan biridir.” Bu ender insan, 1951 yılı sonunda Kandilli Rasathanesi’nde zaman servisinin quartz saatlerinin çalıştırılmasında görevlendirileceği için iki ay Greenvich Rasathanesi’nde pratik yaptıktan sonra yurda dönmesini isteyen bir yazı ile İstanbul'a geri çağrıldı.
Chapman ve Feza Gürsey. (Prof. Dr. Mehmet Özdoğan) |
İstanbul'a döndükten bir müddet sonra İÜ, Tatbikî Matematik kürsüsüne asistan olarak tayin edildi ve 1952 yılında İÜ, FF asistanlarından Süha Pamir ile evlendi. Aynı yıl askerlik görevi için Ankara'ya Yedek Subay Okulu'na giden Feza Bey askerde iken Doçentlik Tezini hazırladı ve 1953’de sınavı geçerek doçent ünvanını aldı. 1954 yılında da Tatbikî Matematik kürsüsüne doçent olarak atandı. 1954 yılında Süha ve Feza çiftinin tek çocukları Yusuf doğdu. Yusuf Gürsey de ailesinden gelen genlerine uygun olarak Brown Universitesi'nden fizik doktorası aldı, ODTÜ’de doçent oldu. Halen ABD’de yaşamaktadır.
1950'lerde Feza Bey, Fikret Kortel ve Cahit Arf "gün ışığını Türkiye'ye sokmak", yeni fikirleri yaymak ve üzerinde çalışabilmek için seminer ve dersler yapıyorlardı. Bu derslere öğrenciler, asistanlar hatta bazı hocalar girerlerdi. Feza Bey'in sekreterliğini yaptığı 1952 uluslararası büyük mekanik kongresi Prof. Dr. Erdal İnönü ile Feza Bey'in tanışmasına neden oldu ve dostlukları sonuna kadar devam etti. Kongreye Abdus Salam ve Behram Kurşunoğlu da katılmıştı. FF'ndeki yeniliği dışlayan tutuma ve ilgisizliğe rağmen Feza Bey çalışmalarını sürdürdü. Klasik spinli elektron, kuaternionların relativite’ye uygulanması ve konform grup üzerine makaleler yurtdışında ve İÜ mecmuasında neşredildi. Feza Bey'in, meslekdaşlarının dediği gibi kendi kendini yetiştirmiş bir bilim adamı olmasının nedeni biraz da İstanbul'daki bu dönemden kaynaklanır.
1957 yılında, Feza Bey Atom Enerjisi Komisyonu'nun bursu ile ABD’de BNL’ye gitti. Burada Pauli ile çalışması ve Pauli’nin ona verdiği önem diğer fizikçiler tarafından farkedilmesini sağladı. (Pauli ETH Zürih’te çalışırken, son ilgilendiği problemin Feza Bey tarafından İÜ’de çözülerek yayınlandığını öğrenir. O sırada ABD’ye gitmiş olan Feza Bey’i tanımak için BNL’a gider. Bu ziyaretten sonra Feza Bey’e fizik çevrelerinde ‘Pauli’nin ziyaret etmiş olduğu Türk’ derler. Böylece Feza Bey’in ünü her yere yayılır. ME) F. Dyson ile burada tekrar karşılaştılar ve Feza Bey onun önerdiği Kuantum Elektrodinamiği hesabını çabucak bitirip onu yine şaşırtmayı başardı. 1961 yılına kadar Princeton, Columbia, Berkeley, Brookhaven arasındaki gidiş geliş döneminin fiziğe en önemli katkısı sigma modeli’dir. Bu model yıllar sonra elektrozayıf ve sicim teorileri’nde çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Prof. Y. Nambu, Feza Bey ile ilgili anılarında, sigma modeli’nin ilk ortaya atıldığı makalenin anlaşılamayıp, defalarca geri döndüğünü söylemiştir. Feza Bey, doğadaki temel simetri ve matematik yapıları sezinlemekte olağanüstü bir yeteneğe sahipti. Bulduğu simetriler ilk ortaya atılma nedenlerini aşıp yıllar sonra bambaşka temel problemleri çözmek için kullanılmışlardır.
Feza Bey, 1959 yılının Aralık ayında annesine yazdığı bir kartta ABD izlenimlerini şöyle anlatıyor: “… Ben de kırkından sonra saz çalanlar gibi fizikçiliğe yeni başladım. Bu yarışa nefesim kesilmeden daha ne kadar devam edebileceğim bilmiyorum. Önümüzdeki seneler en büyük ümidim ilim dünyasının bu köşesinde olup biteni biraz olsun anlayabilmek. Fizikçi kalmak aslında meslek değiştirmek demek. Zira, bugünkü fizik, on sene evvelki fizikten, kimyanın fizikten farklı olduğu kadar başka. Türkiye'deki senelerimi bari bu basit hakikati öğretmeye hasredeyim diyorum. O zaman belki Yusuf'un neslinden bizim gibi amatörler değil de hakiki ilim üstatları çıkar. Sen nasıl Sorbonne'da büyük hocalarla temas edince yeni bir alem keşfeden bir seyyahın heyecanını duymuşsun, ben de hakiki fiziği keşfetmek heyecanını bu defa ABD'de hissettim, İngiltere'de keşfettiğim fizik değil kültür dünyası idi. Senin gençliğinde Sorbonne, Göttingen, Cambridge ne ise şimdi de Princeton, Brookhaven, Berkeley öyle oldu. Onun için senin gençlik tecrübeni ben ancak bu yaşta anlıyorum, ilim sahnesi de değişti. Eskisine nazaran çok beynelmilel bir mahiyet aldı. Milli yarışlar ve izzeti nefisler, hiç olmazsa demirperdenin bu tarafında adeta silindi. Geçen gün enstitüde (Princeton) yemek yerken şöyle bir etrafıma baktım. Amerikan konfor ve temizliği ile elele bir ağırbaşlı İngiliz atmosferi var. Masamda inanılması güç bir fizikçi grubu: Harpte dövüşmüş, esir düşmüş ve üç sene zindanda kafasından fizik çalışmış bir genç Alman, Almanlar’ın ailesine işkence ettikleri bir Hollanda Yahudisi, Arnhem'e paraşütle atlamış sabık genç bir İngiliz zabiti, daha dün düşman olan, şimdi beraber çalışan bir Japon ve bir Amerikalı, en nihayet şu anda fiziğe hükmeden ve bütün bu grubun hayranlığını celbeden iki genç Çinli …”
Feza Bey 1961 yılında ünlü bir fizikçi olmuşken Türkiye'ye geri döndü. Prof. Erdal İnönü'nün ısrarları ve uğraşları sonunda, İÜ’den ayrılarak yeni kurulan ODTÜ, Teorik Fizik Bölümü'nde profesör olarak çalışmaya başladı. ODTÜ’de görev yaparken fiziğin en son sınırlarında yapılanları takip edebilmek için kısa süreli izinlerle Princeton ve Yale Universitesi'ne gitti. O yıllarda Fizik Bölümü'nde okuyan öğrenciler asistanlar, diğer hocalar, Feza Bey'in ODTÜ’ye getirdiği, Nobelli ve Nobelsiz ünlü, lider fizikçileri yakından tanıyıp, dinleme şansını yakaladılar.
1964 yılında Feza Bey ve Prof. L. Radicati SU(3) simetrisi ile kuarkların relativistic olmayan spinlerini birleştirip SU(6) simetrisi’ni ortaya koydular. Simetri hemen deneyle doğrulandı ve Feza Bey dünya çapında bir ün kazandı, ilerideki yıllarda, Kuantum Kromodinamiği’nin (QCD) keşfedilmesinden sonra SU(6) simetrisinin işaret ettiği soruların ve bakış açısının zamanındaki deneysel başarısından daha da önemli olduğu ortaya çıktı. 1970'lerde, günümüzde de fizikçilerin hayran olduğu istisnai grupları, özellikle E(6)’yı fizik sahnesine yerleştirdi. Feza Bey grup teorik yöntemleri geliştirip, yeni matematik yapıları fiziğe ithal ederken genel relativite dahi biraz uçuk bir konu sayılıyordu.
1968 yılında Yale Üniversitesi, emekli olan Prof. G. Breit yerine Feza Bey'e profesörlük teklif etti ve ODTÜ’deki görevine devam etmesini de kabul etti. Böylece Yale ve ODTÜ arasında öğrencileri ile birlikte yıllık gidiş gelişler başladı. Gün ışığının gireceği pencereyi ardına kadar açmıştı Feza Bey.
Feza Bey mesleğinin doruğunda. |
1974 yılında ODTÜ Rektörü Prof. Tarık Somer tarafından “Türkiye'nin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde araştırma yaparak zararlı örnek olmak ve sık sık ücretsiz izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmak ve bu bilimsel alış verişe öğrencilerini de katmak” nedeni ile istifaya davet edildi. Etmeyince izni kaldırıldı ve böylece Yale Universitesi'ne gitmek zorunda bırakıldı. 1977 yılında Yale Üniversitesi'nde Nobel ödüllü fizikçi J. Williard Gibbs Kürsüsü'nün profesörlüğüne seçildi. 1968 – 92 yılları arasında Feza Bey'in çalışmaları, parçacık fiziği fenomenolojisi’ni, büyük birleşme modelleri’ni, süpersicimleri, grup teorisi’nin nükleer fizik ve genel relativite’de kullanılmasını, istisnai gruplar’ın fiziğe kalmak üzere yerleştirilmesini, Skyrmiyonların ve Kerr-Schild geometrileri’nin incelenmesini içine alan geniş bir yelpaze oluşturdu. Gençlik yıllarından beri ilgi duyduğu, kuaterniyon ve oktoniyonlar’ın fizikteki rolü ve Einstein'in rüyası olan büyük birleşme teorileri üzerinde çalışmaları son gününe kadar devam etti. Feza Bey, fizik ve matematiğe olan aşkının yanısıra pek çok değişik merakı ve bilgisi olan bir entellektüeldi. Şiir, Selçuk mimarisi, tasavvuf edebiyatı, Wagner operaları, abstre sanat gibi çok değişik konular üzerinde, derin bir bilginin verdiği kolaylıkla, son derece akıcı bir şekilde konuşabilirdi. Yale Üniversitesi Beşeri Bilimler öğretim üyesi olan Ester Costa Meyer şöyle diyor: "Feza'nın dünyasının ne merkezi ne de demir perdeleri vardı. Hiçbir zaman onun evrensel boyutlarına erişememize rağmen bilgimizin sınırlarını tarihsel ve coğrafi olarak genişletirdi. Bize tüm medeniyetlerin mirasçısı olduğumuzu öğretti."
Feza Bey, öğrencileri için bir örnek insan, yaratıcılık aşılayan bir öğretmen ve her zaman destek veren bir arkadaş oldu. Feza Bey ve Süha Hanım'ın evinin kapısı herkese, her zaman açıktı. Yarattıkları olağandışı atmosfer adeta sihirli bir buğu gibi sizi sarar ve sizi daha heyecanlı, daha meraklı, daha akıllı ve daha mesut hissettirirdi. Fizikte bıraktığı izlerin yanı sıra, birçok ülkede Feza Bey'in bıraktığı izler öğrencilerinde, meslekdaşlarında ve dostlarında yaşıyor. Türk öğrencileri ve meslekdaşları onun açtığı yoldan giderek bilimsel çalışmalarını sürdürüyorlar. (Prof. Dr. Meral Serdaroğlu)
Prof. Dr. Feza Gürsey'in Aldığı Ödül, Madalya ve Ünvanlar:
TÜBİTAK Bilim Ödülü (Ankara, 1969); J. R. Oppenheimer Ödülü, S. Glashow ile birlikte (Coral Gables, Florida, 1977); Einstein Madalyası (Kudüs, 1979); College de France Madalyası (Paris, 1981); İstanbul Üniversitesi Madalyası ve Onur Doktorası (doctor honoris causa) (İstanbul, 1981); New York Akademisi, Doğa Bilimleri, A. Cressy Morrison Ödülü, R. Griffiths ile birlikte (New York, 1981); İtalya Cumhuriyeti Commendatore Nişanı (New York, 1984); Wigner Madalyası (Philadelphia, 1986); Türk-Amerikan Bilimcileri ve Mühendisleri Derneği Seçkin Bilimci Ödülü (Washington D.C., 1989); ODTÜ Prof. Dr. Mustafa Parlar Eğitim ve Araştırma Vakfı Bilim Ödülü (Ankara, 1989); Galatasaray Eğitim Vakfı Madalyası (İstanbul, 1991); 5. Matematiksel Fizik Konferansında Plaket (Edirne, 1991). Prof Dr. Feza Gürsey'in 123 yayımlanmış bilimsel makalesi ve iki kitabı vardır.
––––––––––
Feza Bey’e 1969 yılında Yale Üniversitesi’nde rastlayınca Türkiye’de öğrenilmiş fiziğin sınırları olmadığını anlamıştım. Çalışma alanımın katıhal fiziği olmasına karşın Feza Bey doktora tez jürime girmeyi kabul edip, yaratıcı soru ve önerileriyle bana yol göstermişti.
Feza Bey mesleğinde yol gösterici, örnek bir bilim insanı olmanın dışında New Haven’de yaşayan tüm bilim yapanlara, öğrencilere dostça evini açmıştı. Eşi Süha Hanım hepimizi kucaklar, ana ocağımızı aratmazdı. Türkiye’den gelen birçok fizikçiyi tanıma fırsatını Gürsey’lerin evinde elde etmiştim. Süha Hanım da eğitimini İstanbul Üniversitesi’nde almış bir fizikçi idi. Doktora tezinin konusu Alkol Buharlı Sayıcılarda Anormal Pulslar Üzerine Araştırmalar idi.
Feza Bey'in soldaki fotoğrafını 25 Eylül 1971 günü North Haven’deki evlerinde çekmiştim. (Mehmet Erbudak)
––––––––––
Feza Gürsey, yedisi T.C. vatandaşı olmak üzere yirmi kadar doktora öğrencisi yetiştirdi.Her zaman bir-iki, hatta bazan üç-dört doktora öğrencisi olurdu. Bunların her birine araştırma konusu bulmak, problemlerin bizzat çözümünü yapmak ya da yapılan hesapları kontrol etmek yoğun bir emek isteyen bir faaliyetti onun için. Yale’de öğrencilerin en çok tercih ettiği hocaydı. İlk doktora öğrencisi Lübnan’lı bir meslektaşımız Khalil Bitar. İkincisi Taywan’lı Philip Chang. Bir ara öğrenci yoğunluğu Türkiye’ye kaydı. Avrupa ve Aysa’nın değişik ülkelerinden gençler Feza Bey’in öğrencileri oldu. Öğrencileri olarak her birimiz, tek tek, onu anlatmaya kalksak ve bu yazılar bir kitapta toplansa, yine de onu yeterince tanıtmış olamayız. Çünkü Feza Gürsey sadece fizikçi yönüyle anlatılamaz. Onun dünya görüşünü, tarih anlayışını anlatmak için bir sosyal bilimci, edebi yönlerini yansıtmak için bir şair, müzik kültürünü tanıtmak için bir müzisyen, plastik sanatlardaki derinliğini ortaya koymak için o konunun uzmanı olmak gerekir. Ben o yüzden kendi gözlemlerime ve günlük konuşmalarımızdan aklımda kalanlara dayanarak bir Feza Gürsey portresi çizmeye çalışacağım.
Annesi, Türkiye’nin ilk kimya doktoru ünvanına sahip İTÜ kimya profesörlerinden rahmetli Remziye Hisar, babası, Aziz Nesin’in Kuleli Askeri Lisesi’nden hocası, askeri doktor Reşit Gürsey. Feza Bey, henüz bir yaşındayken, Remziye hanım Adana Kız Muallim Mektebi’nin müdiresi olmuş ve doktora yapmak için Fransa’ya gidinceye kadar küçük Feza’yı Adana’da büyütmüş. Devlet bursu ile gittiği Paris’de doktorasını yaparken Feza Bey’i Notre Dame’ın ana okuluna bırakmış. Feza Bey Fransızca’yı okulun rahibelerinden öğrenmiş. Türkiye’ye döndüklerinde Galatasaray Lisesi’nde okuduğunu biliyoruz. Ünlü Fransız Fizikçisi Louis Michel, bana bir seferinde, Feza Bey’in mükemmel Fransızca konuştuğunu söylemişti. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra 1940 yılında İÜ FF'ne fizik okumak üzere girer. Fizik bilim dalını tercihinde babasının rolü olduğunu biliyoruz. Bana anlattığına göre Doktor Reşit Gürsey, Kuleli Askeri Lisesi’ndeki görevinden erken sayılacak bir yaşta ayrılarak emekli olur ve fizik öğrenmek için Avrupa’da çeşitli merkezleri dolaşır. Bir duyar ki Schrödinger diye birisi, kuvantum mekaniğinin dalga denklemini bulmuş, onun enstitüsüne koşar. Derler ki Almanya’da Heisenberg aynı şeyi matris mekaniği ile açıklıyormuş, bu sefer soluğu Almanya’da alır. Bir yaz, babasını ziyaret etmek için Almanya’ya gittiğinde bir dükkana girerler. Almanya’da Hitler dönemi! Her dükkana girişte sağ el yukarı kaldırılıp “Heil Hitler - Yaşa Hitler” demek zorunluluğu vardır. Dükkana girdiklerinde babası ikinci kelimenin ilk harfini telaffuz etmeden söyler. Feza Bey babasını uyarır “aman ne yapıyorsun, başına iş açacaksın”. Doktor Reşit, “aldırma, onlar o küçük farkı anlamazlar!” diyerek Feza Bey’i teselli eder. Aziz Nesin, Feza Bey’e anılarının ileri bölümlerinde Reşit Gürsey’i yazacağını söylemiş. Belli ki ailenin yönlendirmesiyle Feza Bey fizik yapmayı bir yaşam biçimi olarak belirlemiş. İÜ FF’nde fizik ve matematik kürsülerinden dersler alıp mezun olduktan sonra kısa bir süre İTÜ’de fizik asistanlığı yapar. O dönemde, eski cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel fizik laboratuvarında üğrencisi olur. Feza Bey, Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurt dışı bursunu kazanarak Londra’da Imperial College’de doktora yapmaya gider. Bu ana ait de ilginç bir anısı var. İTÜ’deki o zamanın fizik hocası, Feza Bey’e der ki “Sen parlak bir öğrencisin. Duyuyoruz ki kuvantum mekaniği diye bir şey çıkarmışlar. Git onun yanlış olduğunu ispatla gel!” O yıllar şavaş yılları, öğrenci bursu düzenli gelmez. Bir süre burssuz kalır ve öğreniminin yarım kalacağı endişesine kapılır. Derdini anlatmak için zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i, Londra’da bulunduğu bir sırada, kaldığı otelde yakalar ve şikayetini anlatır. Sonradan bursu düzenli bir şekilde gelmeye başlar.
Feza Bey’in, matematiğin en ilginç konularından kuvaterniyonlar ile oktonyonların fizikte önemli bir yer işgal edeceğine dair büyük bir sezgisi vardı. Imperial College'de bulunduğu yıllarda kuvaterniyonların alanlar teorisine katkısı üzerine çalışmalar yapmıştı. Merak edip de cevabını bilemediğim bir soru var burda. Acaba Feza Bey, böylesine ilginç bir konuyu, yani kuvaterniyonları, Londra’dayken mi öğrendi yoksa daha İÜ FF'de öğrenci iken aynı Fakülte’de Matematik Bölümü’nde o yıllarda calışmış olan kuvaterniyon uzmanı İngiliz Bilim adamı Patrick Du Val’den mi öğrendi? İngiltere’nin tanınmış matematikçilerinden Patrick Du Val 1940-1948 ve 1970-1972 yıları arasında İÜ FF Matematik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Kısa zamanda Türkçe öğrenip derslerini Türkçe verdi.
Feza Gürsey, Türkiye’de fiziğin yönlendirilmesine çok önemli katkıda bulunmuş bir insan. Onun hayat hikayesi gençlere yol gösterecek derslerle dolu. Türkiye’yi bilimde en üst düzeylerde temsil etmiş bu unutulmaz insanın görüşleri ve yaşamı batıya açılan Türkiye’nin batı değerleriyle doğu kültürünün en güzel bir şekilde harman olduğu bir değerler yumağını oluşturur.
Feza Bey Imperial College'de doktorasını tamamladıktan sonra mezun olduğu İÜ FF'ne asistan olarak girer. İstanbul’da ders verdiği yıllarda ondan ders alanlar arasında Prof. Ahmed Yüksel Özemre ve Prof. Perihan Tolun da vardır. Onu ünlendiren çalışmalarının bir kısmını 1951-1958 yıllarında İstanbul’dayken yaptı. Sonradan Pauli-Gürsey dönüşümü diye anılacak çalışma o yılların eseridir. Maxwell denklemlerinin konformal simetriye sahip olduğunu gösterdiği makaleler İstanbul’da çalıştığı yıllarda yazıldı. Wolfgang Pauli 1958 yılında ölmeseydi belki de Feza Bey gidip onunla çalışacaktı. Çünkü Pauli ona kendi enstitüsünde iş teklif etmişti. Feza bey, ABD’de Priceton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nü ziyaret etmek istediğini Pauli’ye bildirir ve kendisi için bir tavsiye mektubu yazmasını rica eder. Fiziğe çok önemli katkılarıyla tanınan, Nobel Ödülü sahibi Wolfgang Pauli Feza Bey’e şöyle der: “İstersen onları sana tavsiye edebilirim”. Büyük insanların değerini ancak büyükler anlar! Feza Bey daha sonra Brookhaven Milli Laboratuvarı’nda, Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde ve Colombia Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı ve 1961 de Türkiye’ye dönüşünde yeni kurulmuş olan ODTÜ’ye profesör olarak atandı. Prof. Erdal İnönü ile birlikte Teorik Fizik Bölümü’nde çalışmaya başladı. Erdal İnönü adı Feza Bey için meçhul değildi: Erdal Bey, İnönü-Wigner kontraksiyonu olarak bilinen grup-teorik bir calışmadan dolayı isim yapmıştı. Aynı yıllarda Fizik Bölümü'nde de Prof. Adnan Şaplakoğlu ve Dr. Suha Gürsey bulunuyordu. ODTÜ Fizik Bölümü'nün başlangıç yılları çok ilginç. ODTÜ henüz yeni kampusuna taşınmamış, TBMM’nin Dikmen yolu üzerinde bulunan yan bahçesindeki çamaşırhanesinin etrafındaki barakalarda faaliyet gösteriyordu. Benim Feza Bey ile ilk karşılaşmam 1962-63 öğretim döneminde bu barakalarda oldu.
İlk karşılaşma
Feza Bey doktorasını yapıp İÜ’ne döndüğünde ben Osmaniye’nin ücra bir köyünde ilkokul ikinci sınıfta okuyordum. O, ODTÜ’ye geldiğinde AÜ FF Fizik Bölümünde öğrenciydim. Karmaşık müfredatlar izleyerek kendimi AÜ FF'nde bulmuştum. Orda iki yıl eğitim gördükten sonra Milli Eğitim Bakanlığının Maarif Kolejlerine öğretmen yetiştirme projesi çerçevesinde ODTÜ’ye transfer edildim. Böylece, ünlü fizikçimizin varlığından bihaber, kendimi AÜ FF’nin o görkemli taş binası ve düzenli laboratuvar ve sınıflarından sonra ODTÜ’nün barakalarında buldum. O yıl Erdal Bey’den termodinamik, Özcan Öktü’den elektronik laboratuvarı derslerini aldık. Matematik ve mühendislikten de seçmeli derslere giriyorduk. Feza Bey 1962-63 öğretim döneminde hemen yanıbaşımızda, ama kendisinin varlığından habersiz yaşıyorduk. Bu sözcüğü çoğul kullanıyorum. Çünkü Yüksek Öğretmen Okulunun öğrencisi olarak arkadaşlarım Hüseyin Akçay, Ziya Sümengen ve ben ODTÜ’ye transfer olmasaydık beş kişilik sınıfımız yarıdan fazla öğrencisinden yoksun kalacaktı. Denilebilir ki o başlangıç yıllarında bölümde her öğrenciye bir hoca düşüyordu. Oysa ayrıldığımız AÜ FF'ndeki sınıfımızda yüze yakın öğrenci vardı. ODTÜ Fizik Bölümü tarihine dönüp bakılırsa bölüme en çok yabancı öğretim üyesi ve araştırmacının davet edildiği yıl 1962-63 öğretim yılı olarak görülür. Kısa bir ziyaret için Nobel ödülü sahibi T.D. Lee davet edilmiş. Nisbeten uzun süreli ziyaretlerde bulunanlar ise her biri kendi alanlarında ünlü fizikçiler Louis Michel, G.F. Chew, Moris Jacob ve R. Shaw. Bu son saydığım bilim adamalarını o öğretim yılında gördüğümü hiç hatırlamıyorum. T.D. Lee, Chicago Üniversitesi’nde doktorasını yaparken arkadaşı C.N. Yang ile zayıf etkileşmelerde paritenin bozulduğunu ortaya atan bilim adamı. Colombia Üniversitesi’nden Feza Bey’in yakın arkadaşı. Birlikte bilimsel makaleleri var. T.D. Lee Nobel Ödülü aldığı bu konuda ODTÜ’de popüler bir konuşma verdi. Bu konuşmayı izleyenlerin sayısı otuz kişiden fazla değildi. Her meraklı insanın, anlamasa da ilgiyle izleyeceği bir konuşmaydı. Koskoca AÜ FF’nden Prof. Rauf Nasuhoğlu ve bir kaç öğrenci dışında kimseler yoktu. Ertesi gün gazetelerimizde bu hususta bir satır bile yazılmadı. Her neyse, ben Feza Bey’i işte bu toplantıda gürdüm ilk defa. Her seminere giderken hiç yanından ayırmadığı not defteriyle gelmişti. T.D. Lee’nin anlatacağı konuyu çok iyi bildiği halde not defterini getirmeyi ihmal etmemişti. Feza Bey’in ününü onunla master yapan Saime Göksu’dan (Timms) duyuyorduk. Bir kez de ODTÜ kütüphanesinde o zamanki Pakistan hükümetinin bilim danışmanı olan Prof. Abdus Salam’ın verdiği konuşmada gördüm. Abdus Salam Pakistan elçiliğinin makam arabasıyla gelmişti. Konuşması da fizik üzerine değil Pakistanda’ki tuzlu toprakların ıslahı üzerineydi. 1979 yılında Nobel ödülünü alacak olan teorik fizikçi Abdus Salam, 1964 yılında, İtalya’nın Trieste kentinde, Uluslararası Atom Enerjisi’ne bağlı ve ICTP (Uluslararası Teorik Fizik Merkezi) adını taşıyan fizik merkezini kurdu. Pakistan’dan yetişmiş, üçüncü dünya ülkelerinin en ünlü bilim adamı olan Abdus Salam ölümüne kadar bu merkezin direktörlüğünü yaptı.
Yeni kampus
1963-64 öğretim yılında biz ODTÜ’nün yeni kampusuna taşındık. Erdal Bey’in ofisi, şimdiki Kimya Bölümü binası ile Mühendislik Fakültesi binaları arasında kalan bir barakadaydı. Bizler de çoğu derslerimizi barakalarda yapıyorduk. Teorik fizik derslerimizin büyük bir kısmında Erdal Bey hocamız oldu. Einstein’in Özel Rölativite teorisini işleyen dersi de Erdal Bey’den almıştık. Feza Bey o yıl Brookhaven Milli laboratuvarının misafir araştırmacısı. Kendisi gibi Brookhaven’i ziyaret eden İtalyan meslektaşı L. Radicati ile birlikte parçacık fiziğinde çığır açan çalışmalarını yapmışlardı.
Feza Bey 1964-65 öğretim yılını ODTÜ’de geçirdi. O öğretim yılı sonbahar döneminde ben lisans mezunu oldum ve 1965 yılının ilkbahar döneminde master programına kaydoldum. O yıl Feza Bey’den Kuvantum Mekaniği dersi aldım, ilk defa hocam oldu. Dersini dinlerken, kendinizi ilginç bir sahne oyununu seyrediyormuş gibi hissederdiniz. Kuvantum mekaniği gibi oldukça soyut bir konuyu anlatmak, formüllere benzetmelerle anlam yüklemek Feza Bey’e mahsus bir işti. Pauli Dışlama ilkesini anlatırken elektronların aynı kuvantum durumunda bulunmamalarını, bir partiye davetli, birbirinden daha şık giyinmiş, bu yüzden aynı konumda bulunmamayı tercih eden bayanlara benzetmişti. Sağ elinin işaret parmağını sol elinin işaret parmağının üstüne sürerek Heisenberg Belirsizlik İlkesini, elektronun bir yere lokalize edilmesi halinde momentumunun belirsiz hale geleceğini anlatışı hala gözlerimin önünde. Feza Bey iki dönemlik bu dersin devamını Amerikalı hocamız Prof. Zweifel’e bıraktı. Prof. Zweifel, Erdal Bey ile aynı konuda araştırma yapıyordu: Nötron Trasport Teorisi. Bir ara Zweifel gitti Prof. Niyazı Tarımer geldi. Feza Bey o sırada aralarında Niyazı Bey’in de bulunduğu yabancı öğretim üyelerinden oluşan bir gruba başka bir ders yapıyordu. Belli ki bizim seviyemizin üzerinde bir dersti. Bir gün, şimdiki Mimarlık Fakültesi’nde, kantine yakın bir yerde karşılaştık. Yanında Süha Hanım’la birlikte bir de misafirleri vardı. Yanılmıyorsam, Feza Bey’e bizim dersi niçin bıraktığını sordum. O da yukarıda bahsettiğim dersi kastederek “Lorentz grubunun temsillerini” anlatıyorum dedi. Ben de boş bulunarak “şu bizim bildiğimiz Lorentz grubu mu diye sordum”. Tipik bir Feza Bey cevabı üzerimde soğuk duş tesiri yaptı: ”Hayır bizim bildiğimiz Lorentz grubu!” Ben soruyu safça sorarken, Erdal Bey’in verdiği Özel Rölativite dersinde Lorentz grubunu öğrendiğimizi düşünerek bu işin orada bittiğini sanıyordum. Çok üzüldüğümü farkeden Süha Hanım devreye girerek ortamı yumuşattı. Akıllıca sorulan sorulara sevinir, düşünmeden sorulan sorulara da tepki gösterirdi. Bu bana ders oldu. Daha sonra o dersin içeriğini oluşturan Wigner’in Annals of Physics’de yayınlanan uzun ve anlaşılması kolay olmayan makalesine çalıştıktan sonra Feza Bey’in tepkisini anladım.
Feza Bey 1965-66 öğretim yılında yine kayıplara karıştı. Anlaşılan o yıl ABD’nin önde gelen üniversitelerinden Yale Üniversitesi’ne profesör olmuştu. 1966-67 öğretim yılında da gelmedi. Feza Bey’in ODTÜ ve Yale Üniversitesi arasındaki gidip-gelmeleri başlıyordu. Bu durum İÜ, İTÜ ve AÜ gibi üniversitelerde pek rastlanan bir durum değildi. O zaman ODTÜ başka bir yasaya tabiydi. ODTÜ’ye büyük emeği geçmiş ve uzunca sayılacak bir süre rektör olarak hizmet vermiş Kemal Kurdaş’ın, Feza Bey’in bilim ortamından kopmadan ODTÜ’ye bu şekilde hizmet etmesinin doğruluğuna inanmış olması bu trafiği kolaylaştırıyordu. Bilim ortamından kopmadan ülkesine hizmet vermek isteyen bir insana yardımcı olmak, teşvik edip, destek vermek olsa olsa Erdal İnönü gibi değerli bir bilim adamı ve Kemal Kurdaş gibi seçkin bir yönetici sayesinde olurdu.
Bu geçen sürede ben ve arkadaşım Hüseyin Akçay, o, Rarita-Schwinger denklemi, ben de Foldy-Wouthuysen dönüşümleri üzerine yazdığımız tezlerle mastırlarımızı bitirdik ve doktoraya kaydolduk. Bu tezleri bölümdeki Polonyalı hocalarımız yönetti. O yıllarda Polonyalı hocalar Prof. Krolikowski, Prof. Rayski ve Alman Prof. B. Stech Teorik Fizik Bölümü’nde ders veriyorlardı. Feza Bey kendisi yurt dışında bulunduğu zamanlarda bile dersleri verebilecek misafir öğretim üyesi getirtmeyi ihmal etmemişti. O sıralar aramızda bulunmadığı halde en çok adı geçen kişi oydu. Çünkü Radicati ile yaptığı çalışma ünlenmişti. ABD’den gelip İsrail’e veya Hindistan’a konuşma yapmak üzere davet edilmiş bilim adamlarıyla temas kurularak ODTÜ’de seminer vermeleri sağlanıyordu. İşlenen konu, Feza Bey’i ünlendiren konu: SU(6). Biz doktoraya yeni başlamış öğrenciler, seminerde arka sıralarda oturur, henüz Feza Bey’in yaptıklarını anlamakta güçlük çektiğimiz SU(6)’nın üzerine yapılmış yeni çalışmaları dinlerdik. Hatırımda kalan isimlerden biri sonradan kendisiyle ortak çalışmalar da yaptığım Syracuse Üniversitesi profesörlerinden K.C. Wali. Hüseyin ile ben doktora öğrenimine başladık, ama henüz bize tez verecek hoca yoktu. Feza Bey’in beni öğrenci olarak alacağını pek düşünmüyordum.
1967-1968 öğretim yılı
Feza Bey 1967-68 öğretim yılında ODTÜ’ye döndü. Gelirken yanında Yale’den öğrencisi, dünyanın tatlısı Phililip Chang’ı da getirdi. Aileyi tamamlarsak Süha Hanım, Yusuf Gürsey ve Ford Mustang. Ford Mustang açık kahverengi, spor tipinde bir araba. Feza Bey Mustang’ları severdi. Belli bir zaman geçtikten sonra Feza Bey’in Hüseyin Akçay’ı ve beni doktora öğrencisi, Meral Serdaroğlu’nu da master öğrencisi olarak alacağı haberi geldi. Feza Bey ilk iş olarak Yale’de okuttuğu Alanlar Teorisi dersinin üç cilt halinde basılmış ders notlarını kendi kendimize çalışmamızı önerdi. Hüseyin, ben ve Meral sırayla konuları paylaşarak ilk cildi, ara hesaplarını da yaparak kısa sürede bitirdik. Öğretim dönemi başlayınca Feza Bey, İleri Alanlar Teorisi diye bir ders açtı. O dersi ben ve Hintli bir arkadaşım kredili olarak aldık. Doğrusu sıkı bir dersti. Bu arada teze de başlamıştım. Babası Hindistan’da bir üniversitenin rektörlüğünü yapan arkadaşım daha sonra teorik fiziği bırakıp Almanya’da biyofizik yapmaya gitti. Çok başarılı çalışmalar yaptı ve ülkesinde tanınan bir bilim adamı oldu.
O sıra Feza Bey bana yüksek enerjili nükleonların saçılma genliklerindeki simetriyi açıklayan bir problem vermişti. Bu, nükleon ve anti-nükleonları birbirine dönüştüren bir SO(4) simetrisiydi. Benzer bir çalışma daha öne T.D. Lee tarafından yapılmıştı. Benim yaptığım hesabın da onun sonuçlarını vermesi gerekirdi. İki hesap arasında çarpanı kadar bir fark vardı. Yaptığım hesabı kendisine gösterdikten sonra bana “T.D. Lee hata yapmaz, sen bir kez daha hesabına bak” dedi. Tekrar baktım, değişen bir şey yoktu. T.D. Lee titiz bir insan. Novo Cimento dergisinde çıkan bu makalesine bir düzeltme yollamış. Feza Bey düzeltmeyi bana gösterince rahatladım. Hesabım yanlış değildi!
Teorik Fizik Bölümü o yıllarda bir hayli şendi. Şimdiki Matematik Bölümü binasının zemin katı Teorik Fizik Bölümü olarak ayrılmıştı. Prof. Cavit Erginsoy da o yıl ODTÜ’ye katılmış, gelir gelmez de kendisine Fakülte dekanlığı verilmiş değerli bir bilim adamımızdı. Zamansız kaybı hepimizi çok üzmüştü. Prof. Asım Barut bir dönem bölümde misafir hoca olarak bulundu ve sonsuz bileşenli alanlar dalında hazırladığım bir çalışmada bana yol gösterdi. ODTÜ Elektrik mühendisliğinden mezun olduktan sonra bize teorik fizik yapmak için asistan olarak giren Metin Durgut ve Ahmet Gökalp bölümün yeni elemanlarıydı. Prof. Ferit Öktem genel rölativite yapan hocamız, Cengiz abi ( Prof. Cengiz Yalçın) bölümün yegane nükleer fizikçisi, Pakistan’lı Dr. Arif Uz-Zaman, Lübnan’lı Dr. M. Saffouri ve Dr. Nasrallah hoca kadromuzu oluşturan diğer elemanlardı. Feza Bey herkesle ilgileniyor, çalışmalarında yardımcı oluyordu. Lisans eğitimini tamamlamak üzere olan parlak öğrencilerimizden Cihan Saçlıoğlu ve Yılmaz Akyıldız’a birlikte çalışmaları için bir problem vermişti. ODTÜ dergisinde yayınlanmak üzere onlara makale hazırlattırıyordu. Daha sonra bu arkadaşlarımızı ABD’de doktora yapmak üzere seçkin üniversitelere yerleştirdi. Bu arada Philip Chang’ın tezi bitmek üzereydi. Feza Bey bunların hepsine tek tek yetişen bir insan. Süha Hanım, Feza Bey’e büyük destek vermiş sevgili ablamız, annemiz. Haftanın her Cuma günü öğrencilerini, dostlarını Farabi sokaktaki evlerine çaya davet ederlerdi. Davetlilerin çoğu fizikçi ise tartışma fizik üzerine devam ederdi. Eğer teknik konulara fazla kaptırılmışsa Süha Hanım devreye girerek konuyu değiştirirdi. O sohbetlereden çok şey öğrendik. Tanınmış fizikçilerin kişilikleri o çay toplantılarında kafamızda canlandı. Bir kısmıyla da bizzat o toplantılarda tanışma fırsatı bulduk.
Bir gazetenin azizliği
O zamaki günlük gazetelerden birinin muhabiri yanında bir fotoğrafçıyla birlikte Feza Bey’in çalışma odasına geldi. Hüseyin Akçay ile birlikte ben de ordaydım. Gazeteci kendisini tanıttıktan sonra Feza Bey ile röportaj yapmak istediğini söyledi. Muhabir, çok tanınmış bir bilim adamımızın bu özverili davranışının halka anlatılmasının iyi bir haber olacağı düşüncesindeydi. ”Bakınız, bu konuyu biz dün birinci sayfada verdik” dedikten sonra gazeteyi Feza Bey’e uzattı. Gazete, yurt dışında çalışan ve Türkiye ile irtibatı olmayan bilim adamlarını haber haline getirerek “Niçin Türkiye’ye dönmüyorlar?” diye sürmanşetten verdikten sonra yanda Feza Bey’in resmini basmış. Gerçi yazıda Feza Bey’in döndüğü ve ODTÜ’de çalıştığı anlatılıyor, ama yazının tamamını okumayan, sadece başlığa ve resme bakanlarda Feza Bey’in yurda dönmeyenler arsında birinci sırada olduğu anlamı çıkıyordu. Feza Bey fena halde köpürdü, bu ne biçim manşet atmak diye gazeteciyi haşladı. “Bunu okuyan bir genç benim ülkeme hizmet etmediğim izlemine kapılır” diyerek gazetecinin röportaj teklifini geri çevirdi.
Feza Bey mi Feza mı?
Amerika’da yakınlık kurduğunuz birine, yaşça sizden büyük de olsa, ilk ismiyle hitap etmek doğal sayılır. O yüzden Philip Chang Feza Bey’e Feza derdi. Oğlu Yusuf da ona Feza diye hitap ederdi. Sonraları genç kuşaktan arkadaşlar, yüzüne karşı olmasa da gıyabında, ondan ilk ismiyle bahsetmeye başlamışlardı. Bu davranışları Feza Bey’in de normal karşıladığını sanıyorum. Ama ben ve Hüseyin Akçay yabancılarla bile onun hakkında konuşurken Feza Bey lafını kullanmayı sürdürdük. Feza Bey’e “Feza” demek bizim yapabileceğimiz bir şey değildi! O öğretim yılında Meral master tezini, Hüseyin ve ben doktora derslerimizi tamamladık. 1968 yılı ağustos ayında Hüseyin ile beni tezlerimizi tamamlamamız için Yale Üniversitesi’ne özel öğrenci statüsünde götürdü.
Yale Üniversitesi’nde
Feza Beyler New Haven’da 1066 Whitney Avenue da bahçeli bir evde kirada otururlardı. Farabi sokaktaki ev gibi orası da cuma toplantılarına tanık olmuş bir mekan. Yale Üniversitesi Fizik Bölümü ODTÜ ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir bölüm. Teorik fizik yapanların sayısı bir bölümü dolduracak kadar fazlaydı. Feza Bey bu sefer üç yıl kalacağı Yale’de İtzhak Bars’ı, Tanzanya’lı Abdul Ebrahim’i öğrenci olarak almıştı. Ertesi yılda ise Murat Günaydın ile birlikte Orphanidis isimli Yunan’lı bir öğrencisi doktoraya başlamışlardı. Bunlara Türkiye’den Meral Serdaroğlu da gelip katıldı. Bu kadar öğrenciye makale yazdırmak ancak Feza Bey’in yapacağı bir işti. İki makalemiz yayınlandıktan sonra bana tezimi yazmamı söyledi. Farklı konularla ilgilenmekle beraber, o sıralar moda olmuş, ama henüz sicim teorisine dönüşmemiş ikili-rezonans modelini yakından izliyordu. Veneziano’nun başlattığı ve Fubini ile devam ettirdiği konu üzerinde çoğu fizikçi kafa yoruyor ve hadronların yüksek enerjili saçılmalarını anlamak için model yapmaya çalışılıyorlardı. Bir seferinde L. Susskind Yale’de seminer verirken bugünkü bozonik sicim modeline benzer bir çalışmayı anlatıyordu. İkinci makalemizde yer alan konuya çok yakın bir çalışmaydı. Seminerde Feza Bey’in yanında oturuyordum. Kulağıma eğilerek biz de benzer çalışma yapıyoruz dedi. Ama asıl bozonik sicim teorisini Nambu herkesden önce ortaya atmıştı anlaşılan. Feza Bey benzer bir çalışmayı daha sonra Orphanidis ile sürdürdü.
Tieste’de karşılaşma
Doktorasını tamamlayan öğrencilerinin bir yere yerleşmeleri için de gayret gösterirdi. Doktoramı tamamladıktan sonra ICTP’de doktora sonrası çalışma yapmam için Abdus Salam’a tavsiye mektubu yazdı. Abdus Salam ve Feza Bey birbirlerini Londra’dan tanıyan iki arkadaş. Benim ICTP’de bulunduğum 1972 yılında, aralarında Heisenberg, Dirac ve Wigner’in de bulunduğu seçkin bir fizikçi topluluğunun katıldığı bir sempozyum yapıldı. Feza Bey de toplantıya katılanlar arasındaydı. Wigner konuşmasını yaparken kuvaterniyonların fizikteki yeri üzerine de bir şeyler söyledi. Bu arada bir kaç fizikçi söz alarak kendi çalışmalarından bahsettiler. Oturanlardan bir kısmı Feza Bey’in adını vererek Feza’nın da bu konuda çalışmaları var dediler. Wigner, Feza Bey’e dönerek bu konuda bir şeyler söylemesini istedi. Herkes onun ne söyleyeceğini merak ediyordu galiba. Feza Bey ayağa kalkıp “Ben henüz tamamlanmamış bir çalışmam üzerine konuşmayı doğru bulmuyorum” dedi! Feza Bey toplantıya katılanları hayal kırıklığına uğrattığının farkına varmamıştı. Herkes ondan bir şeyler dinlemek istiyordu
O yıllar büyük keşiflerin yapıldığı yıllardı. Weinberg-Salam teorisinin yavaş yavaş konuşulduğu bir dönem yaşıyorduk. Bir süre, sadece Weinberg modeli diye devam eden bu buluş önce Trieste’den çıkan makalelerde daha sonra diğer merkezlerde Weinberg-Salam modeline dönüştü. Yine ilginç bir hikayeyi Feza Bey’den dinlemiştim. 1972 yazında Chicago’da toplanan Uluslararası Yüksek Enerji Fiziği Konferansı’nda konuşmacılar, söz konusu modelden Weinberg modeli diye bahsederken, Salam toplantıya katıldığı günden itibaren model Weinberg –Salam modeli diye söylenmeye başlamış. Abdus Salam bu konuda ciddi bir mücadele verdi.
Sonraki yıllar
ODTÜ’de geçen sonraki yıllar hep çalkantılıydı. Ama Feza Bey iki üniversite arasında gidip gelmeyi sürdürüyordu. Onun ODTÜ’de bulunduğu yıllarda teorik fizik kadrosuna Dilhan Ezer, genç arkadaşlarımızdan Yavuz Nutku ve Avadis Hacınlıyan, deneysel astrofizik kadrosunda Hakkı Ögelman katılmışlardı. Yale’de bulunduğu yıllarda Murat Günaydın ile oktonyonların fizikteki kullanımı üzerine yaptıkları çalışma dikkat çekmeye başlamıştı. Yale’e son kez dönmeden önce, zamanın rektör vekili Feza Bey’i makam odasına davet ederek kendisinin katılmadığı, ancak Üniversite Konseyi öyle karar aldığı için uygulamaya koyacağı bir kararı tebliğ eder. Der ki: “Ya burayı tercih edeceksiniz ya da orayı. İkisi birden yürümez. Evet, sizin seviyeniz çok yüksek, oysa ülkenin seviyesi aşağıda. Bu kadar insanı yüksek seviyeye çıkarmak mümkün olmayacağına göre ya siz onların seviyesine ineceksiniz ya da bu işi bırakacaksınız”. Feza Bey bunları bana sıcağı sıcağına anlattığında çok üzgündü. Zaten o gidişi ODTÜ ile ilişkisinin kopmasına neden oldu. İşler daha sonra iyi yönde gelişmedi. 1976-77 öğretim yılı ODTÜ’nün felç olduğu yıl. Üniversite dokuz ay kapalı kalmış, öğrenciler evlerine gönderilmiş, yeni gelen rektör kendisine bir yönetici kadrosu bulamamıştı. Bir kısım öğretim üyesinin normal öğretime yeniden dönülmesi için siyasiler düzeyinde mücadele verdiği bir dönem yaşadık. Prof. Cahit Arf’ın bu husustaki liderliği unutulamaz. O mücadele sonunda, o zamanki rektör görevinden alındı, ama yeni gelenlerin de hiç biri beklentilere cevap veremedi ve Kemal Kurdaş’ın yerini kimse dolduramadı. Feza Bey istifaya zorlandı ve ODTÜ ile ilişkisini kestiler. Oysa tam da o sırada kendisine Oppenheimer ödülü verilmişti. Feza Bey oktonyonlarla istisnai gruplar arasındaki ilişkiyi görmüş ve öğrencisi P. Sikivie ile birlikte Weinberg-Salam teorisi ve kuvvetli etkileşmeleri birleştiren teorisini ortaya atmıştı. H. Georgi ile S.L. Glashow da daha önce aynı maksatla SU(5) teorisi diye bir teori yapmışlardı. Oppenheimer ödülü bu iki çalışmaya, yani Glashow ve Feza Bey’e birlikte verilmişti. Bölümden gönderilen kutlama yazılarına cevaben o zamanki bölüm başkanı Prof. Cengiz Yalçın’a şu mealde bir kart gönderdi: ”İsterdim ki bu ödülü ODTÜ’den ayrılmadan almış olaydım. Ödülün Harvard ile Yale arasında bölüştürüldüğünün ilanı ağırıma gitti”. İşte Feza Bey: ince, duygusal, hassas bir insandı! ODTÜ, daha sonra Feza Bey’e ve Kemal Kurdaş’a ödül vererek hatasını telafi etmeye çalıştı.
Burhan Felek olayı
Feza Bey Oppenheimer ödülünü aldıktan sonra, o sıra, Boğaziçi Üniversitesi’ne geçmiş ve aynı zamanda Türk Fizik Derneği’nin başkanlığını yapan Erdal Bey ile bu olayın duyurulması üzerine konuşmuştuk. Ben Erdal Bey’e, TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisine bu konuda bir yazı hazırladığımı söyleyince, o da, dernek adına bir basın duyurusu hazırlayayım dedi. Gazeteler bu konuyu fazla önemsemediler ve haberi bir kaç gazete arka sayfalarında verdi. Haber, yüksek enerji fiziği dalındaki çalışmalarından dolayı Prof. Feza Gürsey’in Amerika’da Oppenheimer ödülü aldığı şeklindeydi. Bir kaç gün sonra Milliyet’teki köşesinde rahmetli gazeteci Burhan Felek bu konu üzerine bir yazı yazdı. Yazıda şöyle diyordu: “Feza adlı genç bir kızımız atom fiziğindeki çalışmalarından dolayı Amerika’da bir ödül almıştır”. Yazı gayet iyi niyetlerle ele alınmıştı, ama yanlışlarla doluydu. Feza Bey’in bu yazıya yolladığı düzeltme de aynı sütunda yayınlandı. Feza Bey gayet nazik, ama iğneleyici bir üslupla tüm yanlışları düzeltiyor, kendisinin genç bir kız olmadığını, hafif kamburu çıkmış ve ellisini aşmış bir hoca olduğunu belirterek yazıyı “Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur. Ne dersiniz, Felek adlı bir kadı kızı bulunur mu?” diye bitiriyordu. Burhan Felek’in yazının sonuna yaptığı eklenti de ilginçti: “Bu adam iyi ki gazeteci değilmiş. Öyle olsaydı bizim pabuçlarımız çoktan damlarda çürümüştü”.
Feza Bey yaptığı çalışmaların karşılığı olarak başka önemli ödüller de aldı. Yukarıda bahsettiğim en prestijli Oppenheimer ödülünün dışında Einstein Madalyası, Wigner Madalyası, New Yok Bilimler Akademisi’nin Morrison Ödülü ve 1968’deki TÜBİTAK Bilim Ödülü aldığı ödüllerden bir kısmı. TÜBİTAK’ın verdiği ödül töreninde yaptığı konuşma dinleyenleri çok etkilemişti. Çalışmalarının ve genel olarak temel bilim araştırmalarının Türkiye’ye yararını yalın bir dille anlatmış, konuşmasının arasına etkileyici mısralar yerleştirmişti. Konuşmasını, maddenin en küçük zerreleriyle uğraştığını belirten şu dörtlüklerle bitirmişti :
Muhyiddinem, dervişem
Hak yoluna girmişem
Onsekiz bin alemi
Bir zerrede görmüşem.
Bu dörtlükle konuşmasını bitirdikten sonra salondakiler kendisini uzun uzun ayakta alkışladılar. Sonraki yıllarda Feza Bey’e Yale Üniversitesi’nin en prestijli Gibbs profesörlüğü ünvanı verildi.
ODTÜ’den ayrıldıktan sonra eskisi kadar görüşemiyorduk. Ben de bir grup arkadaşımla birlikte 1978 yılında Çukurova Üniversitesi’ne geçmiştim. Adana’da bulunduğum yıllarda iki kez üniversitemizi ziyaret etti. İlkinde, 1984 yılı sonbaharında, İran-Pakistan-Türkiye’deki meslektaşlar olarak ortaklaşa düzenlediğimiz “I. Bölgesel Matematiksel Fizik Konferansına“ konuşmacı olarak davet edildiğinde gelmişti. Bu Adana’da düzenlenen ilk uluslararası fizik toplantısıydı. İkincisinde ÇÜ yönetimi Feza Bey’i özel olarak davet etmişti. Genel dinleyiciye açık iki konuşma yapmıştı. Bunlardan biri yüksek enerji fiziği ve kozmoloji üzerine, öbürü daha özel, süpersimetriyle ilgiliydi. Bu kadar karmaşık konuları yalın bir dille anlatmak ona mahsus bir işti. ÇÜ’nin büyük konferans salonu ağzına kadar doluydu. Her iki konuşması da ilgiyle izlenmişti.
1990 yılında Paris’de Louis Michel’in enstitüsü IHES’de altı ay birlikte olacaktık. Suha Hanım’ın bir rahatsızlığı üzerine onlar gelemediler. Daha önce Almanya’da karşılaştığımız bir konferansta oktonyonlarla ilgili bir konuda fikir alışverişi yapmıştık. Paris’de devamı nasip olmadı. Son olarak, arkadaşım Askeri Baran ile birlikte 1991 aralık ayında Edirne’de organize ettiğimiz III. Bölgesel Matematiksel Fizik Konferansı’nda birlikte olduk. Bu toplantıya da dünyanın seçkin üniversitelerinden tanınmış fizikçiler katılmıştı. O sıralar ciddi bir hastalıktan tedavi görüyordu. Rahatsızlığına rağmen kış, kıyamet demeyip Edirne’ye gelmişti. Herşeye rağmen yine de çok keyifli görünüyordu. Konuşmasında, hastalığı dolayısiyle ilgi gösterenlere teşekkür ettikten sonra bilimsel çalışmasını takdim etti. Konferansı da sonuna kadar ilgiyle izledi. İstanbul’a dönerken otobüste yanına oturdum uzun bir süre sohbet ettik.
New Haven’e döndükten sonra hastalığı giderek ağırlaştı ve kendisini 13 Nisan 1992 de kaybettik. Meral, Süha Hanım’la devamlı temas halindeydi. Süha Hanım’a büyük külfet olması pahasına cenazenin Türkiye’ye getirilmesinde öğrencileri olarak ısrarlı olduk. Cenazesinde en yakın arkadaşı Erdal İnönü (o zaman başbakan yardımcısıydı), Kemal Kurdaş, diğer dostları ve biz öğrencileri hazır bulunduk. Eski öğrencilerinden Prof. Ahmed Yüksel Özemre mezarlıkta toprağa verilişinde yardımcı oldu ve gelenek gereği cenazenin toprağa konulmasında en yakınlarından birinin mezar çukuruna inmesi istendiğinde mezara atladım ve görevli ile birlikte toprağa yerleştirdik. Mezar, toprak atılarak örtülmüş, tören bitmiş, herkes dağılmak üzere mezarlıktan çıkarken gruptan daha önce ayrılmış olan Ayşe Erzan’ın hıçkırıkları her taraftan duyuluyordu. Artık Feza Bey aramızda yoktu.
Bölgesel Matematiksel Fizik Konferansı , Çukurova Üniversitesi, Adana, 1984 |
Eserlerine toplu bir bakış
Feza Bey’in ne ile uğraştığını bir cümlede, hatta bir kelimede söylemek gerekirse “Simetriler” demek yerinde olur. Fiziğin temel denklemlerinin ve onun çözümlerinin simetrileri fiziğin en önemli konusunu teşkil eder. Denklemlerin veya çözümlerinin simetri özelliklerini anlatan matematik dalına “grup teorisi” denir. Fizik dünyasında Feza Bey, grup teorisyeni, özellikle de istisnai Lie gruplarında uzman biri olarak tanınırdı. İstisnai grupların kuvaterniyon ve oktonyonlarla ilişkili olması nedeniyle de oktonyon ve kuvaterniyonların fizikteki kullanımına dair fikirleriye ünlenmiş biriydi. Tanınmış matematikçi E. Noether’in korunum yasalarını açıklayan yöntemini fiziğe uygulayarak İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğu yıllarda yaptığı çalışmalar dikkat çekmişti. Kendisini meşhur eden ve 1964 yılında Physical Review Letters’de yayınlanan çalışması da grup teorik bir çalışma, SU(6). Bu çalışmada, kuvvetli etkileşen parçacıkları meydana getiren üç temel kuvarkın arasındaki etkileşmenin, spin etkileşmesinden bağımsız olması halinde, bu etkileşmelerin SU(6) altında enveryan kalacağı, dolayısiyle o zamana kadar deneysel olarak bulunmuş hadronların bozon veya fermiyon olmaları halinde 35’li ya da 56’lı temsillerine uyacağı ileri sürüldü. Üstelik bu metodla, nötronun ve protonun manyetik momentleri arasındaki deneysel oranı da hesaplamak mümkün oldu.
Feza Bey kendi temel düşüncelerini işlemenin yanında fizikteki moda konuları da sıkı izleyen bir fizikçiydi. Altmışlı yılların sonuna doğru akım cebirleri ve onlarla ilgili olarak kayral lagrangianlar üzerine hayli yayın yaptı. Bu çalışmalar hadronların düşük enerjilerde görülen davranışlarına yönelik çalışmalardı. 1970’li yılların başında fizikçiler bir yandan hadronların daha yüksek enerjilerdeki davranışları üzerine model yaparken bir yandan da zayıf etkileşmelerin teorisi üzerinde yoğunlaştılar. Kuvvetli etkileşmeleri açıklamak için öne sürülmüş ikili-rezonans modeli “sicim teorisi” haline dönüşürken, bunun kuvvetli etkileşmeleri açıklayan bir teori olmayacağı anlaşılacak ve onun yerine kuvvetli etkileşmelerin teorisi olarak “SU(3) renk teorisi” yerini alacaktır. İlginç olan şudur ki SU(3) renk teorisine en büyük destek Feza Bey’in SU(6) teorisinden gelmektedir. SU(6)’nın 56’lı temsili simetrik bir temsil. Oysa fermiyonların, Pauli dışlama ilkesi gereği tüm kuvantum durumları gözönünde bulundurulduğunda anti-simetrik bir temsilde bulunmaları gerekir. İşte bu yeni simetri SU(3) bu özelliğin yerine getirilmesini sağlıyor. Denilebilir ki SU(6), SU(3) renk simetrisini öngörüyor. Daha önce de bahsettiğim Weinberg-Salam teorisiyle birleştirilince, temel parcacıkların, yani kuvark ve leptonların standart teorisi SU(3)XSU(2)XU(1) ortaya çıktı. 1972 yılında Stanford Lineer Hızlandırıcısı’nda yapılan deneyler hadronların temel taşlarının kuvarklar olduğunu doğruladı. Ama kuvarklar hadronların içinden çıkarılıp gözlenebilir bir hale getirilemiyor, yani hadronlar içinde müebbet hapse mahkum durumdalar. Alın size yeni bir fizik problemi. Feza Bey tam bu noktada devreye girip kuvarkların bu istisna davranışının istisna bir matematikle açıklanabileceğini düşünüyor: “oktonyonlar”. Oktonyonlar komütatif ve asosyatif olmayan bir sayı sistemi. Reel sayılar, kompleks sayılar ve kuvaterniyonlardan sonra gelen bölüm cebirlerinin son üyesi. Murat Günaydın’ın tez konusu olacak bu çalışmada oktonyon cebirini muhafaza eden dönüşümlerin istisnai Lie gruplarından G2 olduğu detaylarıyla veriliyor. Kuvark hapsinin oktonyonların asosyatif olmayan özelliğinden ileri geleceği hipotezi öne sürülüyor.
Fizik yeni başlıyor
Feza Bey bu arada istisnai Lie gruplarının oktonyonlarla ilgili özelliklerini çalışıyor ve 1976 yılında öğrencisi P. Sikivie ile birlikte SU(3)XSU(2)XU(1) grubunu içine alan E6 istisnai grubunu büyük birleşme teorisi olarak öneriyor. İşte bu çalışma Oppenheimer ödülüne layık görülen eser. Feza Bey, SU(5) ve SO(10) olarak önerilen büyük birleşme modellerinin, Lie grupları sınıflandırmasında E-serisinde yer aldığını ilk görenlerden biri. Sanki küçük ve büyük birleşmeler E-serisini izliyor. Bu serinin son elemanı E8 Feza Bey’in bundan sonraki yayınlarına bakılırsa ağırlığı kuvaterniyon ve oktonyonlara verdiği görülür. Reşit Dündarer’e yaptırdığı doktora tezinde oktonyonları daha detaylı ele aldıkları görülür. Son on yıl içinde süpersimetri ortaya çıkmış, süpersicim teorisi gelişmiş ve E8xE8 grubu süpersicim teorilerinden birinin ayar teorisi olarak ortaya çıkmıştı. Feza Bey, yeteri kadar dikkat çekmeyen bir çalışmasında bölüm cebirleri üzerinden tarif edilen istisnai Jordan cebirlerinin otomorfizma gruplarının ve bunların diskre elemanlarından elde edilen latislerin süpersicim teorilerinde nasıl rol oynayacağını açık bir şekilde gösteriyor. E8’in affine ve hiperbolik uzantıları E9 ve E10’un süpersicim teorisindeki rollerini anlatıyor. Halen bu çizgiyi Murat Günaydın ve Alman fizikçi Hermann Nicolai devam ettiriyor. C.H. Tze ile kuvaterniyonlar üzerine yaptıkları çalışmalar ölümünden sonra World Scientific yayınları arasında kitap olarak çıktı.
Eski kuşaktan fizikçiler arasında süpersicim teorisini Feza Bey kadar destekleyen fizikçi az bulunur. Süpersicim, bilinen dört temel, yani elektromanyetizma, zayıf etkileşme, kuvvetli etkileşme ve gravitasyonu birleştiren bir teori. Bu teoride maddenin temel yapısı kuvark ve leptonlar değil, onları oluşturan süper sicimdir. Çünkü süpersicimin çeşitli titreşim modları kuvark ve leptonları meydana getiriyor. Bu anlayışa varmak için otuz yıl beklendi. Feza Bey süpersicim teorisine giden matematiksel yapıda oktonyonların ve istisnai grupların rol oynayacağına inanıyordu. Nitekim gelişmeler onu yanıltmıyor. Beş ayrı süpersicim teorisinin onbir boyutta M-teorisi şekline dönüşmesi ve onbir boyuttan dört boyuta inerken grubunun özelliklerinin kullanılması yönündeki çalışmalar oktonyonların son büyük birleşmede bir rol üstleneceği izlenimini veriyor. Ünlü fizikçi E. Witten’in söylediği gibi tüm etkileşmeleri birleştiren teori 21. yuzyılın teorisi olacak. Bundan sonra yapılacak işler bu çizgiyi izleyecek gençlere kalıyor. (Prof. Dr. Mehmet Koca)