1 Haziran 1910 tarihinde İstanbul'da doğan Adnan Sokollu, 1929 yılında Darüşşafaka Lisesi'ni bitirmiş, aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı'nın bursu ile Almanya'ya yüksek öğrenime gönderilmiştir. 1935'te Aachen Technische Hochschule'den Teknik Fizik Yüksek Mühendisliği diplomasını almıştır. Doktorasını 1949 yılında İstanbul Üniversitesi’nde İdeal Olmayan Karışımlarda Ses Hızı ve Kompresibilite konusunda yapan Dr. Sokollu, aynı üniversitede, öğretim üyeliği, kürsü başkanlığı, Senato üyeliği ve dekanlık görevlerinde bulunmuştur, İngilizce, Fransızca, Almanca bilen Prof. Dr. Sokollu, Amerika'da Case Westem Reserve Üniversitesi'nde uzun yıllar çalışmış, yine aynı ülkenin sağlık bakanlığına bağlı bir kuruluşunda biyomedikal mühendislik danışmanlığı ve araştırma projeleri müfettişliği yapmıştır. Birleşmiş Milletler danışmanı olarak da görev yapmış olan Prof. Dr. Sokollu 1975 – 80 arasında TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Enstitüsü'nde Araştırma Müdürlüğü'nde bulunmuş ve ENKA şirketinde bir araştırma merkezi kurmuştur. Prof. Sokollu'nun 31 adet bilimsel makalesi ve çeşitli bilimsel kongrelerde sunulmuş 23 adet bildirisi vardır. Adnan Sokollu, 27 Aralık 2005'te aramızdan ayrılmıştır. (Dr. Metin Bolcal)
––––––––––
Prof. Sokollu hakkında yazılmış, Darüşşafaka Cemiyeti Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, Kasım 2009, Sayfa 26'daki makalede yarım yüzyıldan fazla hayatını paylaşmış olduğu eşi Dr. Sanay Sokollu Hanım, Adnan Hoca'nın ders verme yeteneğini bir örnekle anlatıyor: "Harika bir hocaydı. Ben talebesiyken, fizik konferans salonunda deneyler yapardı. Bu da talebelere çok cazip gelirdi. Dersine 1000 – 1500 öğrenci katılırdı. Talebeler, sabahtan gelir, yer tutardı. Hatta bir keresinde askeri tıbbiyelilerle siviller arasında yer tutma nedeniyle kavga bile çıkmıştı." Sanay Hanım, eşinin ABD'den İstanbul'a döndüğü için hiç pişmanlık duymadığını söylüyor ve dönüş heyecanını anlatmak için onun sözlerini tekrarlıyor: "Sokaktan geçen yoğurtçunun bağırması bana George Szell yönetimindeki Cleveland Orkestrası'ndan çok daha güzel geliyor. Pazara balıkçıların, salatalık satanların seslerini duymaya gidiyorum."
––––––––––
Dr. Metin Bolcal'ın (MB) Prof. Dr. Adnan Sokollu (AS) ile yaptığı aşağıdaki söyleşi, Kasım 1987'de Çağdaş Fizik dergisinde yayımlanmıştır.
MB: Bu röportajın gayesi, sizi tanımak ve tanıtmaktır. Yeni talebeler sizleri pek tanımıyorlar. Bir de sizin döneminize rastlayan üniversite reformunda Fizik eğitimi nasıl başladı, nasıl devam etti ve nereye geldi, bunu tartışmak, bizden sonrakiler için belge bırakmak. Esas gayemiz bu efendim. Şimdi ben sizden ilk önce kendinizi tanıtmanızı rica edeceğim. Nerede doğdunuz, hangi okullarda okudunuz? Üniversite tahsilini nerede yaptınız?
AS: İlginize çok teşekkür ederim. Söze başlamadan önce, şunu söyleyeyim: Üniversite reformu hakkında bize en sağlam bilgiyi Prof. Fahir Yeniçay verebilir. Ben reformun üçüncü yılı sonunda İÜ’ne geldim. Fahir Bey reformdan önce Darülfünun'da bulunuyordu ve ilk fizik doçenti olarak reformdaki yerini alıyordu. Kısacası, Fahir Bey'le bir mülakat yapmanızda büyük yarar görürüm.
MB: Evet hocam. Ancak Fahir Bey şu anda Kanada'daymış, inşallah dönünce kendisi ile bir konuşma yapmak istiyoruz.
AS: Şimdi gelelim kendimize. Ben 1910 yılında İstanbul'da doğdum. İlk tahsilime Üsküdar'daki özel İttihat ve Terakki Sultanisi'nde başladım. Dördüncü sınıfa geçtiğim yıl annem hastalandı. Yıl 1919. Uzun bir hastalık. Resmi Üsküdar Sultanisi'ne geçtim. Orada üç yıl okudum. Yedinci sınıfa geçtiğim yıl annem vefat etti. Zaten babamı da ben beş yaşındayken kaybetmiştim. Darüşşafaka'ya girdim ve 1929'da oradan mezun oldum.
Fizik konularına çok merakım vardı. Esasen çocukluktan beri teknik işlerle uğraşmaktan çok hoşlanırdım. Herhalde annem de bu merakımı farketmiş olacak ki, ben daha onbir yaşındayken, bana bir oyuncak buhar makinesi almıştı. Makinenin bir de dinamosu vardı, küçük bir ampul yakıyordu. En büyük derdim, buhar kazanını ısıtmak için yeteri kadar ispirto bulamamaktı. Bir müddet makinemle oynadıktan sonra gördüm ki, dinamo motor olarak ta çalışabiliyor, eğer bir pile bağlanırsa, işte ondan sonra tek arzum ikinci bir dinamo bulmaktı. Çünkü düşünüyordum ki, dinamo ve motorun eksenlerini birbirine bağlarsam ve bunlardan birini biraz çevirirsem, dinamodan akım çıkar ve çıkan akım öteki dinamoya verilirse o da motor olarak ebediyyen döner ve ampulümü sürekli olarak yakar. Fakat ne yazık ki, hiçbir zaman o ikinci dinamoya sahip olamadım. Yoksa "devridaim makinesini" ben o zaman bulmuş olacaktım.
MB: Şimdi bile yapmak isteyenler var onu.
AS: Ben üniversitede doçent iken, böyle mucitlerle çok karşılaştım. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında toplumda bir "devridaim" makinesi yapma merakı uyanmış olacak ki, üniversiteye sık sık müracaatlar yapılırdı. Bunlara, "perpetuum mobile"nin olamayacağını anlatmak bana düşüyordu. Bazen karşıma öyle ısrarlı ve tatmin olmayan mucitler çıkıyordu ki, bunlar hükümet ve hatta cumhurbaşkanlığı kanaliyle tekrar tekrar gelip hayallerinin gerçeğe dönüşmesi için savaş veriyorlardı. Sonra, nasıl oldu bilmem, bu salgın kalmadı.
MB: Sokollu Paşa'dan geliyorsunuz, değil mi efendim?
AS: Evet, öyle. Ancak o paşalıklar benim dedemin kuşağına kadar gelmiş, fakat babamın kuşağına ulaşamamıştı. Konaklar, köşkler vardı, ama çoğu harabe haline gelmişti, imparatorluk çökerken toplumu da beraberinde sürüklüyordu. İşte bu nedenledir ki, ben de bir yetim mektebine, Darüşşafaka'ya sığınmıştım. Lise bire geçtiğimiz yıl bize yeni bir fizik öğretmeni gelmişti. Pırıl pırıl ateş gibi bir genç. Fransa'da okumuş. Fizik zevkini ilk defa ondan tattım ve okuduğumu onunla anlamaya başladım. Bu genç öğretmenimiz sonradan İstanbul Teknik Üniversite Rektörlüğü de yapmış olan Prof. İlhami Civaoğlu idi.
MB: Hocam, o zaman İlhami Civaoğlu üniversite öğrenimini tamamlamış mıydı?
AS: Tam bilemiyorum, ancak o zaman Fen Fakültesi, Kimya Bölümü'nde "muallim muavini" olduğuna göre, evet. Benim için en önemli etkisi, o zaman okutulan fizik kitabını anlamakta güçlük çekmem üzerine, o kitabın Fransızca aslını okumamı önermesi olmuştur. Gerçekten Fransızca aslı çok rahat anlaşılıyordu.
MB: Darüşşafaka'da Fransızca öğreniyor muydunuz? Kafi geliyor muydu?
AS: Hem kafi geliyordu, hem de özel merakımız nedeniyle birkaç arkadaş beraber çalışırdık. Böyle kollektif çalışmalar çok yararlı oluyor. Bu arada lise düzeyinde yayınlanan iki Fransızca dergiye de abone olmuştuk. Orada verilen problemleri çözer ve o dergilere gönderirdik, sonra ismimiz problemi çözenler arasında çıkınca adeta göklere uçardık. O sıralarda fizik laboratuvarının anahtarı bende idi. Hem laboratuvara bakar, hem de olmayacak fenni oyunlar çevirirdik.
MB: Bize bu oyunlardan bahsedeceksiniz herhalde?
AS: Darüşşafaka'nın laboratuvarı gerçekten mükemmeldi. Koca bir Rühmkroff bobini vardı. Bu cihaz açık çekirdekli bir yüksek gerilim transformatörü idi ve bir bataryaya bağlanınca üzerindeki bir tertibatla trafoya kesintili akım verir ve çok yüksek gerilim üretirdi ve 10 – 15 cm boyunda şimşekler çaktırırdı. Bu tür indüksiyon bobinleri fizik laboratuvarlarının en klasik varlıklarındandır. Birgün hatırıma bu cihaz yardımıyla bir telsiz vericisi yapmak geldi, tıpkı Heinrich Hertz'in ilk deneylerinde yaptığı gibi. O zaman Okmeydanı tepesinde koca pilonlu bir askeri telsiz istasyonu vardı, o da kıvılcımlı bir indüksiyon bobini ile işliyordu. Verici nokta-çizgi Mors alfabesi yollarken öyle dehşetli kıvılcım sesleri çıkarırdı ki, sesi Hasköy'den duyulurdu. Ben de öyle bir cihaz yapayım dedim. Gittim, Okmeydanı’ndaki assubaylarla anlaştım. Ben sabahleyin saat 5.30’da birkaç dakikalık Mors işareti verecektim. Assubaylar da eğer işaretimi almışlarsa, hava raporundan sonra tam saat 6.05'te bana KAH diye bir işaret vereceklerdi.
MB: O zaman verici yapmak yasak değildi herhalde?
AS: Yoo, yasaktı. Hem de pek şiddetle. Yıl 1927. Memleket harplerin getirdiği şüpheciliği henüz üstünden atamamış, böyle bir teşebbüs casusluk sanılarak insanı idama bile götürebilirdi. Her neyse, KAH işareti o zaman telsizcilerin gülme veya alay etme işareti idi. Tayin ettiğimiz günde erkenden laboratuvara indim. Tam 5.30'da cihazımı işlettim. Koca koca kıvılcımlar çıkıyor ve sabahın loşluğunda antenin de hafif hafif ışıldadığı görülüyordu. Yayın ne kadar sürdü bilmem, bir ara durup dinlemeye geçtim. Bir de baktım bana KAH diye işaret veriyor Okmeydanı. Onların işareti de DAS. Ama, işaretten sonra Mors'la uzun uzun bir şeyler söylediler, fakat tam anlayamadım. Heyecanımdan ve sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir halde manüpüleye sarıldım ve "söylediğinizi tekrarlayın," diye sordum. Cevap verdiler ama çok hızlı ve sert yazıyorlardı. Algılayabildiğim kelimeler küfür anlamını taşıyordu. Tekrar vericiyi işlettim. "Lütfen yavaş yazın, takip edemiyorum,” cümlesini henüz tamamlamıştım ki, laboratuvar kapısına güm güm vuruluyordu. Koştum açtım, bir de ne göreyim, müdürümüz Kamil Bey pijamasının üstüne robdöşambrını atmış, büyük bir telaşla içeri girdi ve "Adnan, ne yapıyorsun, sen askeri muhabereyi kesmişsin," diye bağırdı ve "hemen sök onları, inzibatlar gelecek şimdi," dedi.
Bir iki saat sonra gerçekten inzibatlar geldi ve meselenin esası anlaşıldı. Meğer benim ilk işaret verdiğim sırada Okmeydanı, Seddülbahir'le muhabere halindeymiş. Benim tüm frekans bandını işgal eden güçlü oyuncak telsizim Seddülbahir'in dinlenmesine imkan vermiyormuş ve bana küfür yağdıran kişi nöbetçi subayıymış. Zamanın koşulları düşünülünce, ne kadar büyük bir suç işlemiş olduğum meydanda. Ancak tahkik için okula gelen heyet, karşılarında boynu bükük masum bir çocuk görünce işin esasının ne olduğunu anladı ve bana birşey yapmamamı tenbih ederek ayrıldı. Bu vaka üzerine okulda itibarım arttı. Müdürümüz kendisine bir radyo alıcısı yapmamı istedi. O zaman İstanbul Radyosu yeni açılmıştı. Hoparlörlü radyolar piyasada ancak tek tük bulunuyordu ve çok pahalı idi. Müdürün verdiği parayla ona galen detektörlü ve çift kulaklıktı bir radyo yaptım ve hayır duasını aldım.
MB: O zaman, efendim, İstanbul Radyosu yeni açıldığı için herhalde yetişmiş eleman çok azdı. Sizler gibi elemanları duyanlar sizi radyoya almak istemedi mi?
AS: Onaltı yaşında bir çocuktan ne beklenebilirdi? Sanırım istasyon bir Fransız şirketi tarafından işletiliyordu. Hatta anonslar da iki dilde, hem Türkçe, hem Fransızca yapılırdı. Spiker de tanınmış viyolonselist Mesut Cemil Bey idi. Konuşuğu hala kulağımdadır.
MB: Şimdi 1927'de lise talebesisiniz ...
AS: Evet, liseyi 1929'da bitirdim. O zaman da bugün olduğu gibi nereye gideceğim konusu geldi. Maddi durumumuz nedeniyle muhakkak ya bir burs kazanmak ya da yatılı okumak durumunda idim. O zaman bir PTT yüksek okulu vardı. Posta-telgraf mühendisi yetiştiriyordu, önce ona müracaat ettim. Sonra dış ülkelerde öğrenim için açılan iki imtihana girdim. Ancak yerimi garantilemek için yatılı olarak Yüksek Mühendis Mektebi'ne (bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi) girdim.
MB: Orada elektrik mühendisliği var mıydı?
AS: Hayır, yoktu. Elektrik Mühendisliği Bölümü o yıl Fen Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyete geçmişti. Oraya gidemezdim, çünkü yatılı bir yere girmem zorunlu idi.
MB: O sırada İTÜ'nün binası hangisi idi?
AS: Gümüşsuyu'ndaki bina. Pansiyon binası da hemen yanında idi. Zaten bütün talebesi 400 civarındaydı. Ben liseden mezun olduğum sırada İÜ'nde de ancak 3000 civarında öğrenci vardı. Nihayet Mühendis Mektebi'ne devama başladım. Bir ay kadar sonra MEB'nın burs imtihanını kazandığım haberi gedi. Fizik öğrenimi için Almanya'ya gönderiliyordum. Önce biraz tereddüt ettim, çünkü ben Fransa'ya gitmek istiyordum. Üstelik tek kelime Almanca bilmiyordum. Fakat yeni bir yabancı dil daha öğrenmek hevesiyle Almanya'ya gitmeyi kabul ettim. Sekizer-onar kişilik kafilelerle Almanya'ya gönderildik. Bu tarihlerde Almanya ve Fransa'ya gönderilmiş olan gençler sonradan 1933 üniversite reformunun temel taşlarını teşkil etmişlerdir. O yıl Almanya'ya gidenler arasında merhum Prof. Cavit Ener de vardı. Kimya'dan Baha Erdem, Muvaffak Seyhan, Cemil Dikmen de bizimle beraberdi.
MB: O zaman Türkiye'de fizik eğitimi yok muydu?
AS: Vardı. O zaman daha üniversite reformu yapılmamıştı. Darülfünun'da Fizik Bölümü vardı, başında da Müderris Tevfik Bey bulunuyordu. Tevfik Bey ile ilgili üzücü bir hatıram da vardır. 1933 yılında Darülfünun lağvedilince Tevfik Bey kadro dışı kalmış ve kendisini Kandilli Kız Lisesi'ne fizik öğretmeni olarak atamışlar. Ben 1939'da çiçeği burnunda doçentken Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından liselerdeki fizik öğretimini tetkik ve öğretmenleri teftişle görevlendirilmiştim. Bu arada Tevfik Bey'i de teftiş etmek gerekiyordu. İçim ezilerek Kandili'ye gittiğimi hatırlarım. Kendisiyle sadece sohbet etmiş ve görevimi acıtmadan yerine getirmiştim.
MB: O zamanlar FF bir konaktaymış diye biliriz.
AS: Evet. Zeynep Kamil Konağı'ndaydı. Konak bugünkü FF'nin yerindeydi. Konak, zemin katla beraber üç katlıydı. Üst katta Edebiyat Fakültesi vardı. Alt katlar Fen'e aitti. Fizik orta katta küçücük bir yerdeydi.
MB: Ne zaman geldiniz Üniversite'ye?
AS: 1935 sonuna doğru.
MB: Doktora yaptınız mı?
AS: Hayır. Aldığım diploma Teknik Fizik Yüksek Mühendisliği idi. Çünkü Aachen'da Technische Hochschule'ye gitmiştim.
MB: Yani oranın Teknik Universitesi'nde fizik okudunuz, öyle mi?
AS: Evet. Hatta ben 2 tür öğrenim yaptım. Önce Bakanlığın öngördüğü gibi klasik fizik öğretmenliği koşullarını yerine getirdim, sonra da mühendislik tahsilini. Doktora yapmak üzere iki yıl daha kalmam için üniversitenin ve hocamın yaptığı müracaata red cevabı geldi. Çünkü üniversite reformu acilen eleman bekliyordu. O devre dışarı gidenlerden doktora yapabilenler üç-dört kişiyi geçmez.
MB: Gelir gelmez Üniversite'ye mi girdiniz?
AS: Evet, önce Ankara'ya gittim. MEB Yüksek Öğretim Müdürü Cevat Dursunoğlu ile görüştüm. Hemen tayinim çıktı, İstanbul'a döndüm ve Prof. Harry Dember'in yanında asistan oldum.
MB: O zaman bir tek yabancı hoca mı vardı?
AS: Hayır, iki fizik profesörü vardı; biri Alman kökenli Dember, diğeri Fransız Marcel Fouché. Bunlar dışında hemen heryerde dünyaca tanınmış profesörler vardı.
MB: Bunlar Almanya'dan kaçanlar mı?
AS: Çoğunlukla evet. Ancak Fransız ve Belçikalılar da vardı. Bu arada hatırıma geldi. Prof. Harry Dember'in 100. doğum yılı vesilesiyle, onun terketmek mecburiyetinde kaldığı Dresden Teknik Üniversitesi 1982 yılında bir anma töreni tertiplemiş, o törenle ilgili broşürü bana da göndermişler, içinde ilginç bilgiler var.
MB: Bunları dergimizde yayınlayabilir miyiz?
AS: Tabii. Ben isterseniz size bir özet çıkarayım.
MB: Memnun oluruz efendim. Doktoranızı geldikten sonra mı yaptınız?
AS: Evet. Hem de neden sonra. Hem de önce doçent oldum, sonradan formalite gereği doktora yaptım. Bizim dönemimizde üniversiteye tayin edilenler hep bu rutinden geçti.
MB: Sizin zamanınızda Türkiye'de yabancı hocalar vardı, demin bahsettiğiniz Dember gibi. Bundan sonra da yabancı hocalar oldu mu?
AS: Evet ama çok sınırlı. Sayıları gittikçe azaldı. Kurt Zuber'in gelmesi benim gibi genç ve tecrübesiz bir iki arkadaşa kaldı. Bize yol gösterecek deneyimli hocaya ihtiyaç vardı.
MB: Dember niye ayrıldı hocam?
AS: Alman orduları Bulgaristan'a girince Türkiye'ye gelebilirler düşüncesiyle kaçtı. O zaman çocukları Amerika'ya yerleşmiş idi, onların yanına gitti. Orada iki yıl bir üniversitede çalıştıktan sonra 1943'te vefat etmiş. Pek muhterem bir zat idi. Tecrübeli bir büyük olarak ondan çok istifade ettim.
MB: Kaç yaşlarında idi o zamanlar?
AS: Ben tanıdığım zaman 53 yaşındaymış. Halbuki bana çok yaşlı gelirdi, çünkü ben 26 yaşındaydım.
MB: Dember'den sonra Zuber mi?
AS: Hayır, Dember'den sonra iş bana kaldı. Bir taraftan da askerlik var, yedek subayım. Üniversite bana izin aldı, ben derslere devam ettim. O yıllar dersanem tıklım tıklım doluydu. Silah altına alınmamak için üniversiteye kaydolanlarla birlikte öğrenci sayısı 2400 civarına yükseldi. Bu kadar insanı biraraya getirmek mümkün olamayınca dersi ikiye böldüm; tek numaralar, çift numaralar olarak. Yani aynı dersi iki defa veriyordum, her seferinde 1100 – 1200 kişiye.
MB: Bu FF konferans salonu değil mi, efendim?
AS: Hayır. Eski Zeynep Kamil Konağı'nın yanında bulunan koçak bir ahşap anfide. Eskiden orası bir manej olarak kullanılmış, sonra konferans salonu haline getirilmiş. Fizik dersleri için fevkalade kullanışsız bir yer. Yazı tahtasını görmek mümkün değil, zaten bir formül yazsanız biraz uzakta kalanlar okuyamaz. Bunun üzerine soruna çözüm olarak yazı projeksiyonu düşündük. O zamanlar tepegöz tipi projeksiyon cihazları yok, oturup kendimiz imal ettik. 1000 kişinin görebileceği bir ekranı aydınlatmak için 1.5 kW’lık bir ampul kullandık ve sistemi su devrettirerek soğuttuk. Aradan yıllar geçti. Yeni Fakülte binasına nakledilince o projeksiyonun yeni bir modelini yaptık. Bugün konferans salonunda hem kürsü, hem yazı projeksiyonu olarak kullanılan cihazı 1946'da kendimiz imal ettik.
MB: Benden bir yaş küçükmüş.
AS: Ve hala da kullanılıyor.
MB: Şimdi 1946'lara kadar geldik.
AS: Evet. 1941'de Dember gidip te işler bana kalınca tecrübeli bir hoca aramaya başladık. Harp içinde bulunduğumuz için kimse gelemiyordu. Sonra İsviçre'ye döndük ve Kurt Zuber'i bulduk. O sıralarda Zürich'te Prof. E. Meyer'in yanında kadrosuz profesör.
MB: Kaç yılında geldi?
AS: 1944'de. Yıl ortasında geldi ve dersi hemen ona devrettim. Almanca ders veriyordu, Cavit Ener de Türkçe'ye çeviriyordu.
MB: Hocam o zaman ücretler tatmin edici miydi? Oradan buraya geliyor; hususi bir ücret miydi?
AS: Evet, yabancılara verilen ücretler tatminkardı. Şu anda Zuber'e verileni kesin olarak hatırlamıyorum. Ancak Dember net 600 TL alıyordu. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Dember'in o zamanki apartman kirasını ele alalım. Ayazpaşa'da denize karşı 240 m2, kaloriferli, sıcak sulu bir apartman 120 TL. Bu mukayeseye göre bugünkü parayla 2,5 milyon alıyordu diye düşünülebilir ki, bu o zaman çok iyi bir paraydı. Ancak bugün bu para ile kimseyi getirtemezsiniz. Hayat standardı bir hayli yükseldi Batı'da. Sonra Fransızca bilen bir Türk hanımla evlendiği için uzun yıllar Türkçesiz idare etti. Zuber dört yıl bizimle kaldıktan sonra 1948'de İsviçre'ye döndü. Fizik Bölümü tekrar bize kaldı. Ancak bir yabancı elemana ihtiyaç duyuyorduk. İstiyorduk ki, bölümümüze daima yeni kan gelsin, yeni fikirler gelişsin. Bu maksatla bir müddet yeni eleman aradık, fakat bulamadık. Artık Hitler'den kaçanlar kalmamıştı. Bunun üzerine 1950'de kalkıp İsviçre'ye gittim. Zuber'le anlaştım ve tekrar geri gelmesini sağladım.
MB: 1963'te ayrıldı sanıyorum.
AS: Evet, 1963'te. Bana Amerika'ya mektup üzerine mektup yazıyordu, "Artık yeter, gel ben ayrılmak istiyorum," diye.
MB: Efendim sizin dönüşünüz de 1963.
AS: Ben 1963'te döndüm. Zuber henüz ayrılmıştı.
MB: Çünkü biz ikinci sınıftaydık, siz geldiniz.
AS: 1963'te bir ders yılı ben okuttum. Sonra Amerika'nın ısrarlı daveti üzerine galiba biraz gururum da okşandığı için Üniversite'den emekliliğimi istedim ve sürekli olarak Amerika'daki işime döndüm.
MB: Zuber'in çok kişiye doktora yaptırdığını söylerler. Hatta 19 kişiye filan diye. Böyle rakamlar dolaşır. Doğru mudur bu?
AS: Vallahi sayısını bilmiyorum, söyleyemeyeceğim. Çünkü ben 1960'da aynldım. Ondan sonra ilişkimiz kesildi, sayamadım yani.
MB: Bir de şöyle derler. Her sabah gelirmiş, teker teker kapıları açar bakarmış. Herkes yerinde mi, diye. Hatta, üç beş kere yerinde bulamadığınla, bir daha da ilgilenmezmiş, öyle derlerdi. Doğru mu? Böyie bir şey var mıydı? Talebelerle yahut doktora talebeleriyle arasındaki diyalog nasıldı?
AS: Doktora talebeleriyle diyalog gayet iyiydi. Bu vesileyle şunu da söyleyeyim. Bana doktoramı Zuber yaptırdı. Onun yanında yaptım ben doktoramı, neden sonra.
MB: Bizim FF'ne, yani Fizik Bölümü'nün şimdi bulunduğu binaya ne zaman geçtiniz efendim?
AS: 1947 galiba, pek iyi bilmiyorum.
MB: Sizin bir de dışarıda görevleriniz var, Amerika'da. Avrupa'da da çalıştınız mı?
AS: Hayır. Avrupa'da çalışmadım. Fakat 1960'da Amerika'ya davet edildim.
MB: Amerika'daki göreviniz neydi?
AS: Amerika'da Biyofizik profesörlüğü yaptım. Yani beni Biyofizik profesörü olarak davet ettiler. Sebebi şu: Beni davet eden bir Tıp Fakültesi'ydi. Profesör olarak orada biz ultrases üzerinde çalışıyorduk. Ultrases de Zuber'in başarısıdır. Çünkü Zuber, biraz evvel bahsettim, E. Meyer'in yanında çalışıyordu. Zuber'in hocası Meyer çok tanınmış bir ultrasesçiydi. Zuber oradaki bazı problemleri buraya getirdi.
MB: Hocam, siz Fahir Bey ile çalıştınız mı? Çalışmalarınızda nerede devreye giriyor?
AS: Ben Fahir Bey'le çalışmadım. Fahir Bey Darülfünun devrinde ilk olarak tayin edilen kimse. Fransa'da tahsilden gelmiş, muallim muavini olmuş. Yani o zamanki doçent ve üniversite reformunda oraya doçent olarak atanmış. Ben geldiğimde onu Umumi Fizik Enstitüsü'nde doçent olarak buldum.
MB: 1950'lere kadar geldik. O zaman Fizik eğitimi nasıldı?
AS: Ben geldiğimde biri Umumi Fizik, diğeri Tecrübi Fizik adı altında iki Enstitü vardı. O zaman kürsülere bu ad veriliyordu. Darülfünun zamanında kurumuş olan Umumi Fizik kürsüsünün başında bir Fransız Profesör Marcel Fouché vardı.
MB: Prof. Fouché sizden daha evvel, öyle mi?
AS: Evet. Umumi Fizik, Fransız geleneğine göre kurulmuştu. Ondan sonra Dember gelince o da Almanya'daki örneğe göre, Tecrübi Fizik Enstitüsü'nü kurmuş ve Enstitü Müdürü olmuş. Ben de zaten Tecrübi Fizik'ten gelmiştim, Almanya'dan. Biz Cavit'le beraber ikimiz şıp diye uyduk bu yeni sisteme. O esnada Nusret Kürkçüoğlu da vardı. Nusret Kürkçüoğlu tecrübeli değildi. Daha ziyade kitabi. O Dember'in Fransızca olarak verdiği dersleri çevirirdi. Kitap yazardı. Sonra aynldı. İTÜ'ne geçti. Bu şekilde iki sistem vardı. Biri Alman, biri Fransız sistemi. Hatta, bunların arasında hafif bir rekabet bile vardı. Fransa'da okuyanlar bize yani Dember'e gelmek istemiyorlardı, Fransa'da okumuş bir iki kişi gelmişti. Ben bizim bölüme almak istedim. Bizi yadırgadılar, Fouché’nin yanına gitmeyi tercih ettiler.
MB: Zannediyorum ki, daha çok seneler sonra Teorik Fizik, Fikret Kortel tarafından kuruldu.
AS: Sonra evet, Teorik Fiziğe başladık. Teorik Fiziğin başlaması şöyle oldu: Prof. Kerim Erim'in dekanlığı sırasında onun teşebbüsü ile Prof. W. Heisenberg buraya davet edildi. Konferans salonumuz daha yepyeniydi. İki hafta süreyle bir seri konferans verdi. Hiç unutmam, o zaman dersleri manyetik "tele" aldım, orada daha bant yoktu. Heisenberg böyle bir cihaz görmemiş olacak ki, hayran hayran seyretmişti. Bütün derslerini tele aldım. Dersleri Fikret Kortel tercüme ediyordu. Yine Kortel, bu notları bastırdı, ancak ben görmedim. İşte bu dostluk ilişkileri sırasında, Heisenberg ile bir anlaşma yaptık ve Fikret Kortel'i onun yanına gönderdik Teorik Fizik çalışmaları için. Teorik Fizik kürsüsü için ilk adım böyle atılmış oldu.
MB: Atom Fiziği nasıl kuruldu?
AS: Atom Fiziği'ne Fahir başladı, ilk fikir ondan geldi ve Fouché’nin kürsüsünden ayrıldı. Yeni bir kürsü kuruldu.
MB: Hocam sizin Amerika'daki çalışmalarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
AS: 1950'lerde Amerika'da ultrasesi tıpta bir diyagnostik aracı olarak kulanmak için bazı teşebbüsler başlamış, 1959 senesinde bir doktor bir ultrases ışını ile gözü tarayıp derinlerden eko alıyor ve sonra bu ekoyu ossiloskop ekranında görünür hale getirerek göz içi hakkında bir bilgi ediniyor. O zaman radar tekniği gelişmiş, yansıyan sinyallerden bir ekogram çıkıyor, işte bu yeni konuya Amerika'daki Case Western Reserve University Tıp Fakültesi de girmek istemiş. Böyle bir konuya girmek için ultrases bilen bir fizikçi gerektiği bilincindeler. Tecrübeli bir ultrasesçi bulamayınca Avrupa'ya yönelmişler ve benim adımı Viyana Üniversitesi profesörlerinden birinden almışlar. Aslında o da beni sadece yayınlarımdan tanıyormuş. Günün birinde bana bir mektup geldi o Tıp Fakültesi'nden, bize gelebilir misin, diye. Ben klasik ultrases yapıyorum, yani tecrübem filan var ama, hiçbir uygulamam yok. Gideriz, beceremezsem dönerim, havası içinde kalktım gittim. Ve gidiş o gidiş, üç yıl kaldım. Sanırım ilk zamanlar, çevrede dedikodular oluyormuş, "bula bula Türkiye'den mi adam getirdiniz?" gibilerinden. Sık sık bana gelip "çabucak bir şeyler yap ta tenkitçilerin ağzı kapansın," diye ikazda bulunuyorlardı. Sonra bir gün, gözü şişmiş bir hasta var hastanede, nedenini bulamıyorlar. Acaba senin yaptığın cihazla gözün içini ve arkasını görebilir miyiz, diye sordular, şunu bu hastaya uygular mısın, dediler. Telaşlarını farkettiğim için kabul ettim. Aletleri tekerlekli bir masa üzerine monte ettikten sonra hastaneye gittik. Hastanın gözü şiş ve kapalı. Göz kapağı üzerinden gözüne ultrases tatbik ettim ve transduseri değişik yönlere çevirirken, bir de baktım, bir büyük eko geliyor gözden. Sağdan gönderiyorum ışını, sonra soldan gönderiyorum, fakat eko hep muayyen bir yerden geliyor. Yeri gayet belirgin gözün sol tarafına doğru içerde göz arkasında bir yer. Göz arkasında, diyorum, yabancı bir madde var. Metalik, madeni bir şey var. Maden olması, tabii tahminden ibaret. Çünkü hedefin bu kadar büyük eko verebilmesi için madeni bir parça olması gerek. Tahminime güvendiler ve hanımı ameliyata aldılar. Gözün arkasında bir ince telden klips buldular. Hanım bir yıl önce bir göz ameliyatı daha geçirmişmiş ve klips te o zaman unutulmuş, o çıkınca kadın düzeldi ve benim de itibarım muazzam yükseldi. O zaman için böyle bir teşhise varmak, ilk defa oluyordu ve müthiş bir şeydi. Bu vakadan sonra Devlet yardım elini uzattı ve Sağlık Bakanlığı'ndan araştırma fonu almaya başladım ve bu yardım 17 sene sürdü. Bu 17 sene içinde üniversiteden bir kuruş almadan devletin verdiği fonla hem laboratuvarımı kurdum, hem kendi maaşım aradan çıktı. Hem de yanımda çalışan 10 – 12 mühendis ve teknisyenin ücretlerini ödedim.
MB: Türkiye'ye kaç tarihinde döndünüz, tekrar gittiniz?
AS: Kesin dönüşüm 1976. İlk olarak 1960'da gittim, üç yıl kaldım. Sonra dönüp bir ders yılı (1963/64) üniversitede çalıştım ve aynı yıl Haziran'da Amerika'ya sürekli olarak gittim. 1975'de bir tatilde gelmiştim. O zaman Marmara Araştırma Enstitüsü'ne araştırma müdürü olarak gelmemi teklif ettiler. Ancak o zaman Amerika ile 1978'e kadar mukavelem vardı. Gittim, Amerika'daki üniversite ile anlaşmaya vardım. Üç ay orda. üç ay burda, iki yılı böyle idare etmeye razı oldular. TÜBİTAK'a tam zamanlı dönüş 1977'de oldu.
MB: TÜBİTAK'daki göreviniz ne zaman sona erdi?
AS: TÜBİTAK'daki görevim 1980'e kadar sürdü. O zaman, o yıl yönetmelikte bir değişiklik yapıldı. 65 yaşı limit olarak koydular ve ben bu limitin dışında kaldım.
MB: TÜBİTAK'dan sonra galiba ENKA.
AS: O zaman ENKA'ya geldim.
MB: ENKA'ya ne görevle geldiniz, nasıl oldu?
AS: ENKA'ya bir araştırma merkezi kurmak üzere davet edildim.
MB: İnşaatla mı ilgili acaba?
AS: İnşaatla değil umumi, tabii ki ön planda inşaat.
MB: Şu andaki ENKA'da ne araştırmaları yapıyorsunuz?
AS: ENKA'daki araştırma şöyle: biz büyük bir araştırma hevesiyle başladık. O esnada ENKA'nın elindeki projeler bitmek üzereydi; yeni projeler alınamamıştı. Bir nevi geçiş devresine rastlamıştık. Tam bu sırada yeni projeler gelmeye başladı. Bugün aşağı yukarı 4 milyar doları aşkın projeler var elimizde. Bu yeni projelerin yükü altında bizim laboratuvar ancak ve yalnız alınan ihalelerle ilgili testler yapıyor şu sıralarda. Hiç olmayan konular çıkıyor. Yeni fikirler geliyor mesela. O fikirleri gerçekleştirmek var.
MB: Kaç kişi çalışıyor yanınızda efendim.
AS: Bir ara 15 kişiydik, şimdi azaldı. Çünkü bilimadamına ihtiyacımız yok şimdilik, teknik adama ihtiyacımız var. Onu da mühendislerle sağlıyoruz. 12 kişi civarındayız şimdi.
MB: Türkiye'de ilk defa böyle araştırmalar özel kesim tarafından yapılıyor.
AS: Ben başkalarını bilmiyorum, herhalde ilk defa ENKA'da olmuştur, evet. Gayet iyi niyetle başladık, fakat maalesef temel araştırmayı devam ettiremiyoruz.
MB: Hocam, daha sormak istediğim şeyler var, ama vaktimiz daraldı. Sanayi ve Fizik denilince ilk akla gelen isim Türkiye'de sizsiniz. Mesela, bir yerde Fizik ile sanayinin ne ölçüde ilgisi var veya neler yapılabilir, diye konuşulunca hemen ilk akla siz geliyorsunuz. Panellere siz davet ediliyorsunuz, konferanslara siz davet ediliyorsunuz, efendim.
AS: Efendim, bu konuya daima eğilmişimdir de ondan. Kendim teknik ve uygulama merakı olan bir insanım. Ben daima söylerim, benim fizikçiliğim ikinci plandadır. Ben daha çok teknik adamımdır. Yani Fizik artı teknikçi; o nedenle çok yönlü konulara eğildim. Çünkü memlekette teknik, teknolojik konularda yanlışlar yapıldığını görüyorum, yani bilimsel yaklaşımdan mahrum olduğunu. Bu arada bir de memlekete teknik eleman yetiştirelim dedik. Mesela şöyle bir teşebbüsümüz oldu. 1953 – 54 senesinde FF'ne bağlı bir Fizik Araştırma Merkezi kurmaya teşebbüs ettim. Dışardan araştırma projeleri alalım, yapalım, diyordum. Marmara Araştırma Enstitüsü'nün bugünkü konuları. Teşebbüse geçtim, fakat garip bir reaksiyonla karşılaştım. O kadar acaip bir reaksiyondu ki, tüm fizikçi arkadaşlarım bu fikre karşı çıktılar. Belki haklı idiler; üniversitelerdeki çalışmalara zarar verir, diye korkuyorlardı. Bu projenin yürümesi için fakülte kurulundan geçmesi lazımdı. Kurulda hemen tüm doçentler bunun aleyhine oy verdiler, bütün fizikçi arkadaşlarının hepsi. Ben tek başıma kaldım. Ben de bıraktım tabii. Ben öyle mücadeleci adam değilim. Çünkü toplumda kitlelerin kabul etmediği bir şeyin yürüyeceğine inanmam. Aradan bir zaman geçti. Fikirlerde sanırım bir yumuşama oldu ve konu tekrar canlandı, Fakülte Genel Kurulu'ndan geçti. Çünkü sanırım ki, aleyhte olanlar da anladılar ki, bu benim kişisel ihtirasım değil, idealist bir amaç. Ama sanıyorlardı ki, gelecek, merkezi kuracak, başına geçecek, ondan sonra bütün krediyi o toplayacak filan gibi. Ama bu şüphecilik insani bir şey. Tenkid etmiyorum ve anlıyorum. Onun için mücadele de vermedim. Yönetmelik kuruldan geçtikten sonra Senato'ya geldi. O zaman rektör Fahir Yeniçay fizikçi arkadaşımız. Ben dekandım. Ancak Fahir Bey bunu Senato'da gündeme getirmedi. Ben de ağzımı açıp bir kelime sormadım. Fahir'in rektörlüğü bitti, Fehim Fırat rektör oldu. Dedi ki, Fahir'in zamanından bir yönetmelik var, gelmemiş buraya; istiyor musun, onu getireyim mi? İstersen getir, dedim. Tabii senatoya gelince, hemen kabul edildi. Ondan sonra bunu kurduk.
MB: Kaç yılında hocam bu?
AS: Herhalde 1954 olacak. Yönetmelik Fakülte'ye geldikten sonra kuruculuğu hiç kimse kabul etmek istemedi, iş bana kaldı. Kuruluş tamamlandı. Kendimizi tanıttık, sirkülerler yolladık, fakat nedense hiçbir araştırma projesi alamadık. Yok çünkü araştırmayla ilgili kimse. Kim yaptıracak? Fakat biraz gayretle teknik projeler aldık. Bir tanesi şuydu: Ankara'da Polis radyosu yapılacaktı, onun vericisini ve stüdyosunu yaptık. O zaman 5 kW’lık, 40 m üzerinden yayın yapıyordu.
MB: Elektronik ve elektrik mühendisleri dururken niye fizikçilere müracaat ettiler.
AS: Beni tanıyorlardı. Bizim Merkez'in bu işi becereceğine inanıyorlardı. FF'nde doçentlerin ve asistanların işleri başlarından aşkın, önemli tarafı kim yapacaktı bu işleri? Bu işleri öğrencilerin yapması tek çıkar yoldu. Talebeyi de işçi olarak çalıştırdım. Onlar hem bilgilerini arttırdılar, hem de para kazandılar. Bu talebelerin arasında çok dikkate değer bir tanesi Sadrettin Sinman idi. Sadri daha önceden bize gelmişti. Kadıköy'de çarşı içinde Philips'in bir mağazası vardı, orada radyo tamir ederdi, onu fakülteye aldık; radyo istasyonunu diğer öğrenci arkadaşlarıyla birlikte o kurdu.
MB: İstanbul FF'ndeki radyo istasyonu mu Fizik'teki radyo istasyonu?
AS: Tamam. O istasyonu da Sadri ile beraber kurmuştuk. Polis radyosunun yapımı projesi de ondan sonra bize geldi. Çünkü bizim istasyon gayet iyi dinlenir olmuş, gayet kuvvetli bir radyoydu. Kuvvetli olmasının sebebi de, radyonun bir zamanlar İngilizlerin bize harp içinde gönderdikleri radar malzemesi ile yapılmış olması idi. O malzeme, radarlar demode olunca kullanılmaz olmuş ve Ordu'dan bize satılmıştı. Adana'da hava kuvvetlerinin bir malzeme deposu vardı. Gidip oradan toplamıştım o malzemeyi bir uçak dolusu.
MB: İncirlik mi?
AS: İncirlik değil, o zaman yok İncirlik. Hava Kuvvetleri'nde eski uçak fabrikası vardı, depo oradaydı. Gittim oradan kal edilmiş (kal derlerdi) malzemeyi aldım. Bana bir de uçak verdiler. Uçağa doldurdum getirdim Yeşilköy'e. Ancak oradan Fakülte'ye getirmek bir hayli güç olmuştu. Kamyon tutamıyorduk, rezaletler içinde. Polis radyosu da o malzemeyle yapıldı. 10 kW’lık radar tüplerini biz sadece 2 kW ile yüklüyorduk. Ömürleri de hemen hemen sonsuz oldu. Polis radyosundan sonra Karayolları müracaat etti. Dediler ki, Ankara'yla İskenderun arasına bize bir telsiz telefon bağlantısı kurun. Pekala yaptık.
MB: Bunlar bir ücret karşılığında mı oluyor hocam?
AS: Bütün masraflarını veriyorlardı, dönersermaye ile çalışıyorduk. TÜBİTAK'ın bugün yapması gereken şeyleri o zaman imkansızlıklara rağmen büyük ölçüde başardık. Sonra Karayolları portatif radyo istedi. Arabalara koyacak iki adet mobil radyo yaptık. O kadar iyi değillerdi, çünkü transistörler daha yeniydi. Fakat iş görüyorlardı. Hastanelere bazı cihazlar yaptık, bazı cihazları tamir ettik. Polis için, gizli vericilerin yerlerini tespit edecek cihazlar yaptık. Yalnız bunların hiçbirisi mühim değil, bunlar yapılabilir şeyler. En mühim başarımız ne oldu, bakın anlatayım. Merkezimizde çalışan öğrencilerin hepsi işbilir ve işbaşarır elemanlar olarak yetişti. Mesela Orhan diye birisi vardı. Kısa bir süre sonra Türk Hava Yolları'nın telekomünikasyon müdürü oldu. Sadrettin Sinman ODTÜ'nde profesör oldu. Hakikaten de bir mucize çocuktu. Bir Fikret vardı, şimdi bir transformatör ve elektronik cihaz fabrikatörü. Ferit vardı, o zaman kurulmakta olan Hayat Matbaası'nda işe başladı, bugün müdürü. Bir Süheyl vardı, elektronik cihaz temsilcisi oldu, onun ticaretini yapıyor.
MB: Bunlar fizikçi mi, hocam?
AS: Evet, hepsi fizik öğrencisiydi. Fakat bizzat bu alanda çalıştıklan için tecrübe sahibi oldular. İş yapmasını öğrendiler. Böylece iş başaran insan yetiştirilmiş oluyordu.
MB: Fikret Ulutaş, mı?
AS: Evet. Fikret Ulutaş o gruptandır. Bu esnada Hayat Gazetesi Matbaası kuruluyor. Kazım Taşkent, onu da saygıyla anmak gerek. FF radyosunu kurmak için Kazım Taşkent bize o zaman 30.000 TL yardımda bulunmuştu. Telefonla aradı beni ve dedi ki, "Hayat matbaasını kuruyoruz. Bu matbaaya bazı modern elektronik cihazlar, makineler getirtildi. Bir Alman işletecek. Onun yanına birisini verelim, yetişsin ve işi devralsın." Ferit Çan'ı tavsiye ettim. O da yine bu grubun içinden çıktı ve hala da o matbaanın başında.
MB: Fizikçi?
AS: Evet, gene bir fizikçi. Demek ki iş yapan insan her yere intibak edebiliyor. Sonra bunlardan bir tanesi de Süheyl Erkman, elektronik üzerine ticarete girdi.
MB: Sayın hocam, demin de söylediğim gibi size daha sormak istediğim çok soru var. Fakat maalesef, yerimizin ve zamanımızın kısıtlı olması dolayısıyla bunlan soramıyorum. Yalnız son olarak fizik öğrenimi yapacak kimseler için ve fizik öğrenimi için neler söyleyebilirsiniz?
AS: Öncelikle fizik öğrenimi, bu öğrenime merak sarmış kişiler tarafından yapılmalıdır. Tesadüfen puan tutturup, üniversitenin bu bölümünü kazanmış olanlarca değil. Herkes her işi yapabilir, fakat bir işi iyi yapabilmek için o işe yatkın olmak gereklidir. Bu öğrenimi yapacak olanlar bağımsız ve lojik düşünme zorunluluğundadır. Özlediğim tipte fizikçi yetiştirmek bugün çok zor. Fizikçinin içinde çalışacağı sistem ve ortam çok önemlidir. Bunun için kendimden misal vereceğim. Ben üniversitede yerini yapmış bir eğitimci ve araştırmacı olarak çalışıyordum. Amerika'dan davet aldığımda, kendi kendime orada ne yapabilirim ki, diye içime bir şüphe düştü ve bir güvensizlik içinde gittim. Ancak, orada çalışmam ve gelişmem için gerekli ortamı bulunca, bayağı başarılı oldum. Zaten başarılı olmasam üniversite beni 17 yıl orada tutmazdı. Amerika'da yaptığım tüm çalışmaları burada da yapabilirdim, hatta buradaki laboratuvar imkanlarım daha da müsaitti. Ama toplumdan ilgi görmüyorduk. Dışarıda üzerinde çalışmış olduğum konuları, burada yapmaya kalksaydım, göreceğim tepki şu olurdu: a) ne lüzum var? b) yapamayız ki, c) bütçede para yok. Bütçede para yok, çünkü toplumda ilgi yok. Burada toplumda yok derken, tüm devlet teşkilatını ve orada hakim olan anlayışı kastediyorum. Bugün TÜBİTAK'ın içinde bulunduğu sıkıntının kökleri de toplumda aranmalıdır. Toplum bu tür teknik ve bilimsel araştırma ve geliştirmeye hazırlıklı değil. Bu konuda ben şöyle düşünüyorum. Biz bin yıldır araştırma yapmamışız ve teknolojiden uzak yaşama felsefesini sürdürmüşüz. Bu bir dünya görüşüdür, bir geri kalmışlık değil. Teknoloji gerektiği zaman, yani pek sorunlu hallerde bir yabancı uzman bulup, işi ona yaptırmayı yeğlemişiz. Bu dünya görüşü sadece bize özgü değil. Büyük Roma İmparatorluğu'nun dünya görüşü de böyleydi. Hatta meşhur konsülleri Cicero şöyle diyordu: "Bir Romalı'ya teknik işlerle uğraşmak yakışmaz, bu tür işleri azınlıklar ve köleler görür." Durum bizde de aşağı yukarı böyleydi, biz teknolojiye istediğimiz için girmedik, yapamadığımız için değil. Bugün dünya görüşümüz değişiyor, şu halde komplekslerimizi aşarak kollarımızı sıvamalıyız.
MB: Çok teşekkür ederim bu söyleşi imkanını verdiğiniz için hocam.