Tümüyle kaynayan bir koca yürek olan ufak görünüşlü Rauf Hoca'nın çalışkanlığına ve hareketliliğine bakarak, öğrencileri ona atom karınca derlerdi. Orta ve yüksek öğretim kurumlarında 45 yılı bulan hizmet süresince, ulusal eğitimimizin Atatürk ilkeleri doğrultusunda ve çağdaş çizgide gelişmesi için en ön sıralarda yılmadan savaşmış, gerekliliğini hissettiği için öğrencileriyle birlikte kuantum mekaniği derslerine girip yeniden kuantum fiziği öğrenmiş, yetiştirdiği öğretmenler ve fizikçiler, yayımladığı kitaplar ve makaleler ve konferanslarla genç kuşakların esin kaynağı olmuştur.
1915 yılında Manisa'nın Gördes kasabasında doğan Rauf Nasuhoğlu, ilkokulu İzmir Atatürk Lisesi'nin Buca'daki yatılı kısmında, ortaokulu Manisa'da ve liseyi İzmir Atatürk Lisesi'nde okudu. 1932'de Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı yurtdışı sınavını kazandı ve Fransa'ya Nancy Üniversitesi'ne fizik lisansı okumaya gitti. Nancy'de okuduğu yıllarda tatillerini Almanya'da geçirerek Almanca da öğrendi.
1937'de Nancy Üniversitesi'nden fizik lisansı diploması ile yurda döndüğünde, Malatya Lisesi, fizik - kimya öğretmenliğine atandı. Burada iki yıl hizmet yaptıktan sonra, askerlik görevini yapmak üzere orduya katıldı; yedeksubay olarak Hava Kuvvetleri laboratuarında görevlendirildi. Terhisten sonra, 1943 yılında Trabzon Lisesi, fizik - kimya öğretmenliğine atanarak bu lisede iki yıl görev yaptı. Bundan sonraki görev yeri, Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü oldu. Buradaki başarısı gözönüne alınarak Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, fizik öğretmenliğine atandı.
Gazi Eğitim Enstitüsü binasında eğitim ve öğretimini sürdüren Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak göreve başlama yılı 1947'dir. 1951 yılında AÜ, FF'nde fizikte doktora (Sıvı halde bulunan dispersionların dielektrik sabitlerinin ve iletkenliklerinin burulma ile değişimi) derecesini aldı. 1953 yılında tam zamanlı olarak AÜ, FF, Fizik Bölümü'ne geçti ve 1955 yılında üniversite doçenti ünvanını aldı.
1954 – 57 yılları arasında ABD'de Argonne National Laboratory'de atom fiziği konusunda Barış için Atom programı çerçevesinde araştırmalara katıldı ve Physical Review ile Journal of Chemical Physics dergilerinde yayınlar yaptı. 1960 – 61'de de Almanya'da Mainz Gutenberg Üniversitesi'nde misafir olarak araştırmalarda bulundu.
1960 yılında profesörlüğe yükselen Nasuhoğlu, AÜ, FF'nde Fizik Bölümü Başkanlığı, Dekanlık ve Üniversite Senatörlüğü gibi görevlerde bulundu. 1983'de emekliye ayrıldı.
Profesör Nasuhoğlu'nun eğitimci yanı üzerinde ayrıca durulmalıdır. Sistemli laboratuar deneyleri yaptırma ve öğrencileri aktif olarak derslerin işlenmesine katma denemelerini ısrarla sürdürmüştür. Ortaokul, öğretmen okulları ve liseler için fizik kitapları yazmıştır. Liselerimizde Modern Fizik diye yer almış olan Fiziksel Bilimler Hazırlama Komitesi Fiziği (PSSC) kitabının çevirisini bir ekiple yapmıştır. Fen Lisesi'nin kurulmasında, modern programların uygulanmasında ve geliştirilmesinde etkin ve yapıcı rol oynamıştır. Ankara Fen Lisesi'nde uygulamaya konulan Modern Fen Programları'nın liselerimizde yaygınlaştırılması çalışmalarında on yılı aşkın bir süre MEB Fen Öğretimi Geliştirme Bilimsel Komisyonu üyesi olarak görev almıştır. Üniversitelerimizde fizik öğretimi programları ve kitaplarının geliştirilmesi için Berkeley Fizik Programı projesini yürütmüş, beş ciltlik Berkeley Fizik Programı kitaplarını ve laboratuarlarını üniversitelere kazandırmıştır. 1985'de Türk Fizik Vakfı'nın kuruluşuna öncülük etmiş, Nasuhoğlu ailesi olarak malvarlığının önemli bir bölümünü bu vakfa bağışlamıştır. Türkçemizin arı ve duru kullanımına özen gösteren Profesör Nasuhoğlu Türk Dil Kurumu'nca basılmış olan bir Fizik Terimleri Sözlüğü de hazırlamıştır. (Prof. Dr. Zekeriya Aydın, Türk Fizik Vakfı, Fizik Dergisi Özel Sayısı, Sayfa 26, 1996.)
––––––––––
Rauf Hoca'yla tanışmam, 1962 – 63 döneminde AÜ, FF, Fizik Bölümü'ne öğrenci olarak girmemle oldu. Rauf Hoca, Fizik Bölümü'nün nadir profesörlerinden biriydi. O zamanlar Fizik Bölümü'nü bitirmek için beş sertifikayı başarı ile almak gerekiyordu ve bunların ilki ve en uğraştırıcısı Tecrübî Fizik denen sertifikaydı. Öğrenciler arasındaki genel kanı, Tecrübî Fizik sertifikasını aldın mı bölümü yarıyarıya bitirmiş olduğun doğrultusundaydı ve gerçekten de üç ayrı hocadan okunan bu ders hayli kapsamlı ve yüklüydü. Rauf Hoca da Tecrübî Fizik dersini veren hocalarımızdan biriydi. Dersler sırasında deney yapmaya da özen gösteren hocamızın, heyecanlı bir ders anlatımı vardı. Bazen tahta yetişmez, kürsünün bulunduğu fayans kaplı masa üzerine tebeşirle "İşte elektron burada, atom şurada ..." diye anlatırdı. O günlerde bu dersi bir çok bölüm birlikte alırdık ve bu yüzden Büyük Fizik Anfisi'nde yapılırdı dersler. Veteriner, ziraat gibi bazı bölümler dersi daha az kapsamla okurlar, bizler ise daha geniş kapsamlı okurduk. Bu yüzden, dersin son yansında diğer öğrenciler giderler ve anfide yapılan dersi bizler dinlerdik. Rauf Hoca bize ders anlatırken bazı günler ders saatini aşardı. Böyle günlerden birinde, anfinin giriş kapısının dışından bir ses duyuldu: "Yeterrr, yeter be! Kes artık dersi." Anfinin kapısından ötürü kimin bağırdığını ne hoca ne de bizlerin görmesi olanaksızdı. Herhalde bir arkadaşının dersten çıkmasını bekleyen densiz birisiydi bağıran. Rauf Hoca birden sakinleşti, o ders anlatırkenki heyecanlı havası gitti; bütün öğrenciler de sus pus olmuşlardı ve hocanın nasıl bir tepki göstereceğini bekliyorlardı. Rauf Hoca, size bir fıkra anlatayım, dedi ve konuşmasını şöyle sürdürdü: "Tanrı canlıları yaratırken hepsine bir ömür vermiş, insanoğlu, herzamanki o beğenmez tutumuyla Tanrının verdiği ömrü az bulmuş ve biraz daha ömür istemiş. Tanrı ömür sandığına bakmış ki ömür kalmamış, hepsini dağıtmış. Ama insanoğlunun yalvarmalarına da dayanamamış ve şöyle bir çözüm bulmuş. İnsan ömrüne eşeğin ömründen birkaç yıl, köpeğin ömründen birkaç yıl, aslanın ömründen birkaç yıl ... alarak eklemiş. Onun için insanlar, ömürlerinin bir kesimini eşek, bir kesimini köpek, ... olarak geçirirlermiş." Rauf Hoca bu fıkrayı anlattıktan sonra dersle ilgili son cümlelerini de söyleyip dersi bitirdi.
Rauf Hoca daha ileri yıllarda bize Atom Fiziği dersi de verdi. O dersi de heyecanla ve hızlı olarak anlattığını anımsarım. Hemen her ders, izlediğimiz kitabın bir bölümünü hazırlar ve anlatıp bitirirdi. Atom Fiziği'nin 19. yy'daki gelişmelerini anlatırken birgün derste, "19. yy 'da bir çok şey bulunmuş, bizlere bulunacak birşey bırakmamışlar," dediğini anımsarım.
O zamanlar derslerimizin hemen hepsi yıllık derslerdi, dolayısıyla Atom Fiziği dersi de yıllık bir dersti. Bahar döneminde Rauf Hoca fakülte dekanı oldu. Dekan olduktan sonra da derslerini yine aksatmaz, sıkışık zamanlarında bazı uygulamalar, problem çözümleri için Gökçe Bingöl'ü derse gönderirdi. Rauf Hoca'nın dekan olduğu dönemde ben de Öğrenci Derneği'nin Yönetim Kurulu'ndaydım. Fizik Bölümü'nden bir dekanımızın olmasına çok sevinmiştik. Bir çiçek alıp kutlamaya gittik. Bizleri içten karşıladı, bizlerin de desteği ile bir çok şey yapmak istediğini anlattı. O günlerde fakültenin spor yapma olanakları hayli kısıtlıydı. Bina içindeki bir kaç pingpong masasının dışında, düzleştirilmiş toprak alanlarda kendi olanaklarımızla voleybol, futbol oynardık. Bir gün dönemin Spor Bakanı olan Kamil Ocak'a gittik ve kendisinden bize spor sahası yaptırmasını istedik. Bizimle yakından ilgilendi ve "Size kapalı salon yaptıralım,” dedi. Hemen Rauf Hoca'ya koştuk ve durumu anlattık. O da sevindi. Komisyonlar kuruldu, spor salonu alanları saptandı, resmi yazışmalar başladı. Ancak bu arada sınav dönemi gelmişti ve bizler sınavlara çalışmaya başlamış, bu konuyla fazla ilgilenemez duruma gelmiştik. Aradan zaman geçti ve sınavlardan sonra Rauf Hoca'ya gidip sorduk. Bazı yazılar kaybolmuş ve resmi yazışmalar güdük kalmıştı. Sonuçta bizler yine toprak sahalara kalmıştık.
Rauf Hoca sigara içmezdi. Fakülte binaları içinde sigara içenlerin izmaritlerini yerlere atmalarına çok kızar ve "Bunların boyunlarına iple birer küllük asmalı,” derdi. Yine dekanlığı sırasında, bahçeden gül koparanları kovaladığını anımsarım.
Açık sözlü bir kişiliği vardı Rauf Hoca'nın. Bir gün Atom Fiziği dersinde şöyle bir şey anlatmıştı bizlere. Bir dönemde bir olanak çıkmış ve yurtdışından ünlü fizikçileri çağırabilme durumu gündeme gelmiş. Zamanın ünlü fizikçilerinden biri, sanırım Heisenberg, çağırılmaya kalkışılmış. Rauf Hoca, "Onun dediklerini tam anlayabilecek miyiz ki bu külfete giriyoruz,” demiş ve sonradan çağırmaktan vazgeçilmiş.
Derslerde öğrencilerin dersle yeterince ilgili olmamalarına kızar, "Herkese bir fizik diploması verilmeli, ondan sonra istekliler gelip okumalı,” derdi. Bu savının ne denli doğru olduğunu ben de hoca olduktan sonra zaman zaman duyumsamış ve öğrencilere aktarmışımdır.
Rauf Hoca, benim öğrenciliğim döneminde AÜ, FF, Fizik Bölümü'nde etkin rolü olan ve bölüme damgasını vuran hocalarımızdan biriydi.
Rauf Hoca ile ilişkim, öğrenciliği bitirip asistan olmam ve daha sonra HÜ'nde Fizik Bölümü'nü kuracak gruba katılmamla bir süre aksadı. Sanırım hoca, bizlerin HÜ'ne geçişimizden biraz buruktu. Belki de, bölümü parçalıyoruz gibi gelmişti ona.
O dönemlerde Fizik Mühendisleri Odası'nın yayın organı olan Fizik Mühendisliği Dergisi’nin Genel Yönetmenliği'ni yapıyordum ve ne zaman Rauf Hoca'dan bir yazı istesem, titizlikle hazırlar ve aksatmadan verirdi. Düzenlediğimiz açık oturumlara katılarak bizi desteklerdi. Çalışma yaşamında Rauf Hoca'nın disiplinli bir çalışma yöntemi olduğunu hep gözlemişimdir. Aceleci ve telaşlı bir kişiliği vardı ama, çalışkan ve disiplinliydi.
Rauf Hoca'yla yeniden yakın ilişkiye girmem, 1978 – 80'li yıllarda oldu. Hem o, hem de ben, fizik terimlerinin türkçeleştirilmesi üzerinde çalışıyorduk. Türk Dil Kurumu'ndan aldığı bir öneri ile fizik terimleri için bir sözlük hazırlama çalışmalarına giren hocamızla uzun süreli bir ortak çalışma yaptık. O günlerde petrol bunalımı vardı ve ne fakülte ne de evler doğru dürüst ısınıyordu. Rauf Hoca'nın evi kömürlü kaloriferliydi, evinin salonu iyi güneş alıyordu ve güneş enerjisinden de yararlanarak soğuk günlerde uzun saatler ve günler çalıştık. Eşi Şükran Hanım'ın bize verdiği sıcak içecekler ve yanında sunduğu lezzetli pastalar ve kurabiyelerin tadı bugün bile damağımdadır. Bu çalışmalar sırasında Rauf Hoca'yla aykırı düştüğümüz ve uzun tartışmalar yaptığımız çok zamanlarımız oldu. Aslında o, sanırım biraz da Prof. Sinanoğlu'nun etkisiyle, her terime bir Türkçe karşılık bulma görüşündeydi. Ona göre, "Şu terime Türkçede ne diyorsunuz?" sorusuna her terim için bir yanıt bulunmalıydı. Ben ise, bırakalım şimdi tutunmuşları ve çok yaygın kullanımı olanları da, yeni gelenlere zaman geçirmeden Türkçe karşılık bulalım, görüşündeydim. Söz gelimi "elektron" a ilk aşamada "eksicik" gibi bir karşılık önermek bence yanlıştı ve bizim diğer önerilerimizin tutunmasını köstekleyici görüşlerin ortaya çıkmasına yol açabilirdi. Önerilen terimleri zorla kimseye kullandırmayacağımız için, önerileri çok özenle ve titizlikle seçmek durumundaydık. Önerilerimiz doğru olacak, başka bir terimle karışmaya yol açmayacak, benimsenip kullanılma şansı fazla olacak gibi noktalar üzerinde büyük bir duyarlılıkla durma zorunluğu bulunuyordu. Benim düşünceme göre, önerilerimiz büyük oranda beğenilip benimsendiği sürece hem dilimiz gelişecek ve en önemlisi de, bu yöndeki çalışmalara bir hız kazandırılacak, yandaşlarımız çoğalacaktı. Dildeki gelişme, birkaç kişinin üstesinden gelemeyeceği, ancak çoğunluğun bu yönde uğraşısı ve en önemlisi, eğilimi ile başarılabilecek bir olguydu.
Rauf Hoca, önerilen terimlerin kullanımını zorlamayı tek yer olarak eğitimde, Berkeley dizisinden Elektrik ve Magnetizma kitabının Türkçe ikinci baskısında Türk Dil Kurumu Fizik Terimleri Sözlüğü'nü bastıktan sonra denedi. İstiyordu ki, yeni karşılıklar kullanılsın ve yaygınlık kazansın. Ancak, öğrenciler pek beğenmediler bu çeviriyi. Çünkü yeni terimlere yabancıydılar ve bu terimlerle hem konuları anlamakta güçlük çekiyorlardı, hem de diğer Fizik Bölümleri'nde bu dersi okutan öğretim üyeleri bu terimlerle ders anlatmıyor ve bu terimleri çok ta benimsemiyorlardı. Bu deneme bence bu eğilimdeki yandaşları çoğaltmadı, bunun tersine azalttı ve köstekleyici görüşlere bir ortam hazırladı. Her şeye karşın, yine de bir denemeydi ve başarısız olması kanımca denemenin yapılmaması gerektiği anlamını taşımıyordu. Türkçe fizik yayınlarında böyle kendine özgü bir yapıtın olmasını Rauf Hoca'dan başka birisi de yapmaya cesaret edemezdi.
Yeniden sözlük çalışmalarımıza dönecek olursak, tüm bu aykırılıklarımıza karşın, yine de Rauf Hoca'yla fizik terimleri üzerinde uzun, ciddi ve çok keyifli çalışmalar yaptık. Tartışmalarımızdan bazen çok olumlu sonuçlar çıkıyordu. Zaman zaman ayrı görüşlerde olmamız zararlı değil, yararlıydı. Rauf Hoca benim önerilerimi ya hemen onaylar, onaylamazsa o terim üzerinde çoğu kez uzun süre tartışırdık. Hocam olduğu ve benden yaşlı olduğu için bazı tartışmalarda çok ileri gitmekten çekinir, bazı durumlarda "Peki sizin öneriniz öyle kalsın, ama ben notlarımda benim önerimi bırakacağım,” dediğim olurdu. Bazen benim hemen "Peki" dediğim önerilerine şaşırır ve "Tartışmayacak mısın?" diye sorardı. Daha sonra bu sözlük çalışmalarına Gökçe Bingöl, Fevzi Apaydın, Nuri Ünal, Mustafa Korkmaz, Hanaslı Gür de katıldılar. Ancak, bu arkadaşlarımızın çalışmaları, genellikle bizim daha önce yaptığımız çalışmaların bir irdelemesi ve Fransızca, Almanca gibi başka dillerdeki karşılıklarının bulunması şeklindeydi. Onlarla birlikte, öyle Rauf Hoca'yla yaptığımız gibi uzun tartışmaların olduğu toplantılar yaptığımızı pek anımsamıyorum.
Ben 1981'te Fizik Mühendisleri Odası yayını olarak Fizik ve Fizik Mühendisleri Terimleri Kılavuzu’nu, derlediğim yedibin sözcükten dörtbinini seçerek yayınladım. Türk Dil Kurumu için yaptığımız çalışma da 1983'te Fizik Terimleri Sözlüğü olarak yayınlandı. Basılmış sözlüğü incelediğimde, Rauf Hoca'nın yine dayanamayıp, benim basılmadan önce son gördüğüm şeklinde bazı değişiklikler yaptığını farkettim. Rauf hocaydı bu, son anda bile aklına takılanları dayanamayıp değiştirmişti.
Rauf Hoca'yla bu terim çalışmaları sırasında öyle kaptırmıştık ki, bir gün evine gittiğimde dönme ile dolanma arasındaki ayırımı bulmak için şöyle bir şey yaptığını söyledi. Eşine "Sen dur" demiş ve çevresinde dolaşmış. Arkasından "Ben ne yaptım şimdi?" diye eşine sormuş. O da, "Benim çevremde dolandın" demiş. Rauf Hoca, buna göre dünya güneşin çevresinde dönmüyor, dolanıyor; elektron, atom çekirdeği çevresinde dönmüyor, dolanıyor dedi. Bir de yörünge sözcüğüne takılmıştı Rauf Hoca. Bunun yürümekten ve yürümekle alınan yoldan gelmesi gerektiğine inanıyor, buna göre yörünge değil yürünge olması gerektiğini söylüyordu. Üzerinde en çok takıldığı bir terim de bilgisayardı. Bilgi sayılmaz diyor ve bu terim ya bilgiişler ya da veriişler olmalı diyordu. Bunlardaki iki "i" den birini düşürüp bilgişler, verişler olarak kullanılmalarını öneriyordu. Zaten, terimlerin olabildiğince kısa olmasını isterdi hep. Bilgişleri konuşmalarında ve yazılarında hep kullandı.
Rauf Hoca'yla başka bir birlikteliğimiz, Türk Fizik Vakfı'nda oldu. Türk Fizik Vakfı'nın kurulma çalışmalarında, o günlerdeki işlerimin yoğunluğu nedeniyle, önce ben pek ilgili davranmadım. Benim Türk Fizik Vakfı'na kurucu üye olarak girmemde eski Fizik Mühendisleri Odası Başkanı Mustafa Gülenç etkin oldu. O beni aradı ve girmem için ısrar etti. Ben de "Peki" dedim. Bilebildiğim kadarıyla Türk Fizik Vakfı'nın kurulmasının arkasında yatan nedenler şunlardı. Her şeyden önce, doğal olarak, esas amaç Türkiye'de fizik çalışmalarını desteklemek ve canlandırmaktı. Ancak, bu işlev için kurulmuş Türk Fizik Derneği vardı ve bu derneğin merkezi de İstanbul'da bulunuyordu. Rauf ve Şükran Nasuhoğlu, Türk Fizik Derneği'ne Ankara'daki iki adet dairelerini bağışlamışlardı. O aralar derneğin başkanlığını Erdal Bey yürütüyordu. Daha sonra Erdal Bey'in siyaset ile ilgilenmeye başlamasıyla, derneğin başkanlığından ayrılabileceği ve yerine geleceklerin bu daireleri satıp parasını çar çur edebilecekleri kuşkusu uyanmıştı. Daireler derneğe bağışlandığı için pek yapılabilecek bir şey de yoktu. Ayrıca, Türk Fizik Derneği'nin merkezi İstanbul'da bulunuyordu ve Ankara'ya getirilmesi zordu. Rauf Hoca emekli olmuş ya da olmak üzereydi; dinamikti ve çalışma, şevki vardı. Öyleyse, fizik ile ilgili İstanbul'da bir dernek, Ankara'da da bir başka kurum, bir vakıf kurulması uygundu. Vakfa Türk Fizik Derneği kurumsal üye yapılıp daha önce derneğe bağışlanan daireler de vakfa devredilecekti.
Vakıf 1985 yılında kuruldu. Vakfın ilk Yürütme Kurulu'nda ben de üye olarak bulundum. Beş kişiden oluşan Vakıf Yürütme Kurulu'nun doğal üyeleri, TFD ve Rauf Nasuhoğlu olarak belirlenmişti; diğer üyeler seçimle belirleniyordu. İlk yıllarda vakıf, bana göre hızla gelişme gösterdi. Liselerarası bir kompoziyon yarışması yaparak tüm Türkiye'de adını duyurdu. Trieste'deki Kuramsal Fizik Merkezi'ne (ICTP) gittiğimde vakfı bu merkeze üye yaptım ve her yıl bu merkeze belli bir süre için vakfın bilim adamı göndermesi olanağı sağlandı. Bir Fizik ve Sanayi sempozyumu yapıldı. Bu sempozyuma yurtdışından konuşmacı getirtildi. Bu sempozyumun kitabı çıktı. Birçok sempozyum ve kongreye katıldık ve katkıda bulunduk. Ayrıca üniversitelerdeki başarılı öğrencilere burslar verdik. Sözün kısası, Rauf Hoca tüm zamanını neredeyse vakıf çalışmalarına veriyor ve bizler de kendisine olabildiğince yardımcı oluyorduk. Bunun sonucu da vakıf giderek gelişiyordu.
Vakfın merkezi, bugün olduğu gibi Rauf Hoca'nın eviydi. O dönemde Rauf Hoca'nın evinde vakıf için yine yoğun çalışmalar yaptığımızı anımsıyorum. Doğal olarak vakıf çalışmalarında da Rauf Hoca'yla ters düştüğümüz konular oluyordu. Vakfın harcamalarında Rauf Hoca'nın eli sıkıydı. Rauf Hoca "Yerine giderse para harcamaktan hiç kaçınmam ve üzülmem,” derdi. Bugün ben de aynı deyimi çoğunlukla kullanıyorum. Ancak, Rauf Hoca ile benim görüşlerim arasında yerine gitme konusunda aykırılıklar vardı. Bir çok etkinliği yardım alarak gerçekleştirdiğimizden, bütçemiz her yıl neredeyse, verdiğimiz burslar dışında, harcanmamış kalıyordu. Rauf Hoca sermaye arttırımına gitmek istedi. Nedenini pek anlayamadıydım ve karşı çıkmıştım. Sermaye arttırımını yaptık. Böylece o yıl bütçemizde bir azalma oldu; paraları sermaye arttırımı için yatırmıştık.
Vakıf çalışmaları sırasında, zamanla, kendi görüşlerimi gerçekleştirmekte zorluk çekmeye başlamıştım. Rauf Hoca ile yine tartışmalarımız oluyordu ve onun aklına yatmayan bir konuyu onaylatmak uğruna uzun uğraşılar veriyordum. O yıllarda başka yönetsel görevlerim de vardı ve hayli yoruluyordum. Rauf Hoca'ya sevgim ve saygım vardı, ancak onunla çalışmak beni giderek zorluyordu. 1987 Haziran'ında Vakıf Yürütme Kurulu'ndaki görevimden ayrıldım. Durumu bir yazı ile Vakıf Başkanlığı'na gönderdim. Rauf Hoca'lar o sıralarda yaz tatiline gitmişlerdi. Yaz sonu, güz başında Hacettepe Üniversitesi, Nükleer Mühendislik Bölümü'nde ders verirken, derse geldiği bir gün benim odama uğradı. Söze şöyle başladı: "Genellikle 'mektubunu aldım, sevindim' denir, oysa ben senin yazını alınca sevinmedim." Ve Vakıf Yürütme Kurulu üyeliğinden ayrılma işini biraz daha düşünmemi, ayrılmazsam sevineceğini söyledi. Olabildiğince kendisini üzmeden, yine kendisine yardımcı olmayı sürdüreceğimi, ancak Yürütme Kurulu'nda görev almak istemediğimi belirttim.
Bundan sonra Rauf Hoca ile ilişkilerimiz doğal olarak seyrekleşti. Bazı toplantılarda, toplu yemeklerde, Vakıf Genel Kurullarında karşılaşıyorduk. Ben Rauf Hoca'yı severdim, sanırım o da beni severdi. Onun için, karşılıklı ilişkilerimizde hiç bir zaman bir soğukluk olmadı. Belki de ben, onunla en çok tartışanlardan biriydim; ama bu tartışmaların sonunda bir kırgınlık hiç olmadı.
Rauf Hoca'yla ilişkimde çok fazla anılarım oldu. Hoca-öğrenci olarak başlayan ilişkimiz, daha sonra ortak çalışmalarla sürdü. Ben onu, önce hocam olarak saydım ve sonra bir insan olarak sevdim. Bana göre, Rauf Hoca'yla ilişkilerimizde, aramızda zaman içinde bir baş oluşmuştur. Aramızdaki kuşak farkından ve bazı konularda görüş farklılıklarımızdan dolayı zaman zaman düşüncelerimizde ayrılıklar çıktıysa da, benim kanım, bunların olumlu meyveler verdiğidir. Bu yazıda, bunlardan birkaçını özetlemeye çalıştım.
Son yıllarda Rauf Hoca Alzheimer hastalığına tutuldu. Yavaş yavaş o canlı, yerinde duramaz durumundan uzaklaştı ve etkinlikleri azaldı. Bu döneminde eşi Şükran Hanım'ın, neredeyse bir anne şefkati ile onunla yakından ilgilendiğine hep tanık olmuşumdur. Onu olabildiğince toplumdan koparmamak için büyük çaba gösterdiğini her zaman gözlemişimdir. Rauf Hoca, bana göre böyle bir eşi olmasından ötürü çok şanslı bir kişiydi. Rauf Hoca'nın başka bir şansı da, öğrencilerinin bir kesiminin onu ölene dek yalnız bırakmamış olmasındadır. Sanırım bu, çok az hocaya kısmet olan bir durumdur. Bu durumun gerçekleşmesinde eşi Şükran Hanım'ın o sevecen ve sosyal kişiliğinin de çok önemli payı olduğuna inanıyorum.
Rauf Hoca'nın seveni ve sevmiyeni vardır; ancak benim tanık olduğum son 35 yıllık yaşamında Rauf Hoca, sevgi ve saygı görmüştür. Ufak tefek bir yapıya sahip olan hocamızın çetin bir ceviz olma niteliğini de, sanırım onunla yakından çalışanlar bilirler. (Prof. Dr. Demir İnan, Türk Fizik Vakfı, Fizik Dergisi Özel Sayısı, Sayfa 28, 1996. Bana bu özel sayıyı Şükran Nasuhoğlu göndermiştir.)